Bölüm 62: Balık Kazı

 

Önceki | İçindekiler| Sonraki

Karakter Tab.

Yazım veya çeviri hataları varsa bildirmekten çekinmeyin.


Keyifli okumalar.


—-------------


Yuantai'nin yirmi altıncı yılının yazında, isyancı hainler asıl başkenti ele geçirdi. 


Yuantai İmparatoru batıya kaçtı, ve başkentin vatandaşları, kadınlarıyla birlikte memurlar ve diğer alt kesim insanlar onunla birlikte Shu’ya gitti. Beslenecek bir aileye sahip olan diğer alt kesim insanlar, Jingchu ve Huainan bölgelerine kaçtı.


Demir Süvari savunma alanını küçülttü, sonra batı hattından gelen kuşatmadan çıktı ve yarı yolda Ning ordusuyla yüz yüze bir çatışmaya girdi. Kuzey Yan, içlerindeki ateşle isyancıları bertaraf etti. Fu Shen bizzat yayını çekti ve liderlerini tek bir okla öldürdü. Ning Şehrinin duvarlarına çıkmak için birkaç asker, aysız, rüzgarlı geceden faydalandı, ardından adamın başını kapısının en tepesine astı. 


Gücünü pekiştiren bir savaş, Demir Süvari her daim olduğu gibi vahşiydi ve geçtiği yerde hiçbir adam onlara kafa tutmak için kılıcını çekmeye cesaret edemezdi. Haziranın başında, Wuwei’deki Gan Eyaleti ordusuyla güçlerini birleştirdiler. Fu Shen, orduyu bir kez daha yenilemek için kuzey batıdaki tüm bölgelerin sağ kalan birliklerini bir araya getirdi, bir yandan da, arazileri geri almak, zararını çıkarmak ve karşı atakta bulunmayı beklemek için Gan’ı kullandı. 


Kuzey savunma hattı bozulunca, Tatar, Zhe ve Balhae klanları daha fazla engellenemedi. Doğrudan atlarını Orta Ovaların arka topraklarına sürdüler ve ülkenin yarısı düşmanın avucuna düştü, Hanedanın varlığına son verildi. Durum böyleyken, Huainan Valisi Yue Changfeng, işgalcilere direnmek için kendi kuvvetleri kaldırarak insiyatif gösterdi. Balhae ordusu, Huai Nehrinin kuzeyine püskürtüldü, barbarların güneye giden adımları engellendi. Çok kısa bir süre sonra, Xiping İlçe Prensi, “güneybatının önceliği kendi müdafaasını sağlamak” olduğunu ve sadece kuzeyden gelen göçmenleri kabul edeceğini, bundan sonra hükümdara yardım için birlik göndermeyeceğini belirtmişti. Bu iki emsal pekişti, her yerden Valiler onların liderliğini takip etti; kendi haklarınca topraklarını sınırladılar, kendi içlerine kapandılar, istedikleri gibi hareket ettiler ve düşmana karşı durmak dışında, birbirlerine akın etmemeyi kabul ettiler. 


Büyük Zhou’nun göz açıp kapayıncaya kadar parçalara ayrılmasını, milletin hayatının tehlikeye düşmesini izlerken, Jin Prensi Sun Yundian, Jinling’in içinde kendini İmparator yerine koymuştu, Yuantai’nin Emekli İmparator olarak onu uzaktan onurlandırmasıyla. Ülke Zhou* olarak adlandırıldı, dönemin adı Changzhi olarak değiştirildi ve Jinling başkent kabul edildi, bu havadis tüm ülkeye ilan edildi.
*Zhou, Büyük Zhou ile aynı isim. 


Taç giyme töreninin yapıldığı gün, Jiangnan, Jingchu, Lingnan ve Fujian Valileri ile Doğu Denizi Donanması aynı anda yeni İmparatorun mevkisini desteklemek için kutlama anıtları sundular. Yeni Mahkeme, hem Kuzeydeki sürgünlerinden gelen eski memurlardan hem de Jiangnan'ın seçkin ünlü bilginlerinden kurulmuştu. Changzhi İmparatoru, Başbakan tayin etmedi, bilakis Yuantai Mahkemesinin eski örneğini aynen uyguladı ve devlet meselelerini önemli siyasi figürlerle müşterek bir biçimde kararlaştırmak için Büyük Şeref Salonunu yeniden kurdu.


Yan Xiaohan, Qi Prensini Jingchu’dan Jiangnan’a kadar takip etmiş, önceden başkente dönmesine mani olmuş, ardından çeşitli valilerle arabuluculuk yapmış, yeni hanedanlığın temelini atmak için beyin gücünü tüketmişti. Prensi İmparatorluk makamına yükseltirken tek başına yardım etmişti. Liyakatleri Markilik ile damgalanmaya veya Başbakan olarak atanmaya yeter de artardı. Ancak önceki yönetim usulü başkaları tarafından eleştirildiği için, perdeler arkasında gizlenen değerli bir yetkili olmayı tercih etmişti. Böylelikle, Changzhi onu yine İmparatorluk Muhafızları Komutanı yaptı ve müzakereler için Büyük Şeref Salonuna girmesine izin vererek, onu fevkalade bir ağırlıkla güvendiği esaslı bir uzvu olarak kabul etti. 


Yan Xiaohan’ın olduğu yere tünemeye zorlanan bir ördek olduğunu söylemek yerinde olurdu, tıpkı zaten kırık bir tencereyi parçalaması gibi. Kendi zirvesine çıkmaya ve sınırsız potansiyelini ortaya çıkarmaya zorlanmış, tüm korkunç ihtimallere karşı, bu etkileyici başarıyı çetin bir şekilde başararak sonlandırmıştı. 


Jiangnan memurları kabul ediyordu, ve bir zaman Yan Xiaohan’ı açıktan ve gizliden lanetleyen eski memurların gözleri açılmış sayılabilirdi. O, iki Hanedanlıkta da düşmeksizin yükselmişti, güçlü, güvenilmez bir yetkiliden, tehlikeyle yüzleştiğinde taviz vermeyen saygın bir yetkiliye dönüşmüştü ve yeni hükümdarı kendi elleriyle yükseltmişti. Dalkavuğun yetenekleri sadece entrikalar çevirmede olağanüstü değildi, keza şansı da öyleydi!


Başkaları ne düşünürse düşünsün, bu fırtınadan parlayarak geçtikten sonra Yan Xiaohan’ın imajı derin düşünen otoriter bir memura epey yaklaşmıştı. Geçmişte, duyguları doğru veya niyetleri yanlış olursa olsun, yüzünde daima bir gülümseme olur ve hiç olmazsa, sahte bir sempati takınırdı. Lakin şimdi, görünen o ki eski kişiliğini tamamen atmıştı; çok daha amansız ve heybetli bir ses tonuyla azametli idi. Duyguları okunamıyordu ve daima kasvetli bir edası vardı, insanları ona yaklaşmaktan korkar halde bırakıyordu. 


Eski mahkeme yetkilileri ona her zaman şüphe duymuştu ve yeni başlayanlar ona yabancıydı. Bu şekilde, yine herkesten ayrışarak Yuantai Mahkemesine geri dönmüş gibiydi.


Üzerine titrenen ve güvenilir Bay Yan kendisine yönelen yan bakışları ve işaret eden parmakları hiç de hissetmedi. Onlara alışmıştı zaten, yani dedikodu parçaları bir kulağından girdi birinden çıktı. Yeni Hanedanı ilerletmek için elinden ne gelirse yaparak, Changzhi için işleri yürütmek maksadıyla beynini paraladı. Ancak bu kaotik dünyada başarılar elde etmek niyetinde değildi. Sadece mevcut siyasi durum bu halde olduğu için şartlar zorlayıcıydı; eğer Changzhi tüm bu zaman boyunca bir yere yerleşemezse, ortalıkta avare bir Prens, sonradan kukla bir İmparator olarak hareket etmesi için iktidara getirilebilir yahut, ortalığı temizlemek için basitçe öldürülebilirdi. Her şeyden önce çevresi geniş olmadığı için, doğal olarak önlerine çıkan netice de iyi olmazdı. 


Yan Xiaohan bir zat tarafınca kontrol edilmek istemiyordu ve Jiangnan’da hayatını kaybetmeyi hele hiç istemiyordu.


Bu günlerde Jiangnan’da, bazen gecenin bir yarısı irkilerek uyanırdı, çarşafları soğuk ve yastığı kimsesiz, penceresinin dışında sonbaharın dondurucu yağmuru. Eli yatağında boş olan tarafa düşer lakin yakaladığı hiçlik olurdu, dondurucu, rutubetli havayı beyhude yere yakalardı. 


Bu anların her birinde, yoksunluğunu tekrar yaşıyor gibi hissediyordu, içindeki tabirsiz sıkıntı hissiyatından başka bir şey olmadan. Bir böcek kalbini parça parça yiyip bitiriyor gibi geliyordu, ardında sadece yürüyen bir cesede benzeyen boş bir kabuk bırakarak.


Bir şeyi arayıp durmak lakin bulamamak, saf acıdan daha korkunçtu. Binlerce dağın ve engin denizlerin üzerinde uçmak için filizlenen kanatları bile hayal etti.


Fakat Fu Shen neredeydi?


Başkentin ele geçirildiğini, Yuantai’nin batıya kaçtığını ve Demir Süvarinin kuşatmayı başarıyla bozduğunu biliyordu, ama Fu Shen’in nerede ne yaptığını bilmiyordu. Güneybatıda mı kalmıştı? Yoksa Kuzey Yan’a geri dönüp ordusuyla başka bir yere mi gitmişti?


Tek bir kelime yoktu. Jingchu’da ayrıldıktan sonra, irtibatlarını hepten kaybetmişlerdi.


Başkentten gelirken güneyden geçen çok sayıda asker ve yetkiliyi sorgulamıştı, güneybatıdan haber almak için çabalamıştı ve hatta Fu Shen’in izini bulmak maksadıyla Shu’dan Kuzeye insan göndermek için bir sürü para harcamıştı. Şimdiye kadar herhangi bir yanıt elde edememişti. 


İşgalcilerin eline geçen büyük bir Orta Ovalar parçası vardı aralarında, ancak sanki tüm dünya onları ayırmış gibiydi. 


Aklındaki ve bedenindeki yük, keza ruhsal düğümü, uykusuzluk çekmesine sebep olmuştu. Sıkça gecenin bir yarısı uyanıyordu ve geri uyuyamıyordu, genellikle şafağa kadar gözlerini açık tutar, sonra da inatla kendini kaldırır ve sabah Mahkemesi için hazırlanırdı. Şükür ki hala gençti ve bedeni yorgunluğa dayanabiliyordu. Arada sırada, üzüntüye sahiden katlanamadığı zamanlar, osmanthus şekeri yemek için masanın üzerinde devamlı olarak yeniden doldurulan tatlı kutusuna giderdi. Bu yöntem, esasında nafileydi ve çok küçük bir psikolojik rahatlama veriyordu, zira asıl paket çoktandır bitmişti. Yeni alınan şekerler yumuşak ve tatlıydı, osmanthus kokuları burna nüfus ediyordu, ancak tatları farklıydı.


Han kapısının dışında, Fu Shen’in ona aceleyle bir şeker torbası veriverdiği o günden bu yana, o kadar tatlı olan hiçbir şey bulamıyordu artık.


Gan Şehrinin dışında.


Kuzey batıda sonbahar havası canlıydı. Yukarıdaki Gökler engin ve güçlüydü, masmavi semanın altında açık topraklar göz alabildiğine uzanıyordu. Fu Shen ve Yu Qiaoting, ikisi de bir kase buharı tüten sıcak koyun eti çorbası tutuyor, orada gamsızca çömelmiş, tarlaların arasında buğday toplayan insanları seyrediyorlardı. İkisi de kesinlikle arkalarından bakınca otlamaya çıkmış koyunlara benziyordu.


“Marki, biz iki büyük General burada çömelmişiz… pek iyi görünmüyor değil mi?” Diye bir  kekeleme çıkardı Yu Qiaoting 


“Bir köye girdiğinde, onun adetlerine uyarsın. O zaman gerçekten itibarını kurtarırsın.” Fu Shen alay etti.


“Biraz fazla gelenekçisin sanki…”


Fu Shen başını biraz kaldırdı, ona bir bakış attı. “Koyun eti çorbasının tadı güzel değil mi?”


“Güzel.”


“Öyleyse neden ağzını onunla doldurmuyorsun? Gevezeliği bırak. Aşırı sinir bozucusun.”


Yu Qiaoting o anda ışığı gördü, kötü niyetli bir edayla sinsi sinsi gülümseyip sordu. “Özel birini özlemek ha? Güney tarafında yeni haber yok muydu? Yeni İmparator yükseldi ve şimdi o onurlu bir yetkili, şu nazik memleket Jiangnan’da İmparatorluk Muhafızları Komutanı olarak düzgünce hizmet ediyor. Hala neyin huzursuzluğu bu?”


Fu Shen, Yu Qiaoting’i tarlalara tekmelemeyi düşündü, rezil, başkalarının umutsuzluğundan zevk alan piç. Gerçi, sahiden son derece mühim aşkından bahsedecek elde tutulur kimse yoktu, bu yüzden ancak burnunu tutabilir ve buna katlanabilirdi. “Bir kişi güneyde ve biri kuzeyde, birbirimizi ne vakit görebiliriz bilinmez. Sence endişeleniyor muyum?”


Yu Qiaoting sırıttı. “Bununla baş etmek kolay ki. Önümüzdeki ay birlikleri göndermeyi planlıyorsun zaten, böylece Jinling’e giderken yolumuzu kestiğimizde siz buluşmayacak mısınız?”


“Sanki Jinling’e varabilecekmişiz gibi konuşuyorsun.” Dedi Fu Shen güçsüzce. “Barbarlar Jinling’ten milyonlarca li uzaktaki, Orta Ovaların Haiu Nehrinin kuzey bölgesini işgal ediyor. Önce sen git dene benim yerime.”


Yu Qiaoting alçak bir sesle, “Yeni İmparatorun Jiangnan’da kendi küçük hanedanına sahip olduğunu fark ettim ve performansı oldukça göz alıcı.” dedi. “Belki bir gün, biz hayatlarımız pahasına kuzey için savaşacağız, ancak güney sınırının biraz bile endişesi olmayacak.”


Fu Shen bunu işittikten sonra daha da endişelendi. Wuwei’de kaldığı esnada Gan ve geriye kalan birlikleri demir Süvari şeklinde yeniden düzenlemişti ve elindeki askeri güç Jiangnan’ın Büyük Zhou Hanedanlığından daha az değildi. Lakin Fu Shen orduyu asla hür bırakamazdı, zira Kuzey Yan yıllarca ülkeye sadık kalacağına ant içmişti, Orta Ovaları geri almak elbette bir zorunluluk olarak görülüyordu.


Ve onlar öyle düşünse bile, bu çeşitli bağımsız Valilerin ve Jiangnan Mahkemesinin de öyle düşündüğü anlamına gelmiyordu.


Başkent; Demir Süvarinin, Beş Üssün ve İmparatorluk Muhafızlarının üçlü savunma hattında oturuyordu ve hala daha barbarların vurgunundan ödleri boklarına karışıyordu. Sırf Kuzey Yan Ordusunun gücüne bel bağlayarak, Orta Ovaları yabancıları elinden geri koparmak kaç yıl sürecekti? Ve alsalar bile, kuzey ve güney bir kez daha birleşebilecek miydi? Meşru hükümdar kim olacaktı? O zaman ordu hangi pozisyona yerleşecekti?


Uzak endişeler ve yakın tasalar kalbinde katman katman birikti, Fu Shen’in göğsü ağzına kadar doldu ve bir dakikalığına baskıdan nefes alamadı. Uzun bir iç geçirdi, gökyüzüne bakmak için başını kaldırdı ve yükseklerde uçan yaban kazı düzenini görüverdi.


Gözlerini daraltmış, mesafeyi ölçmüş, boş kasesini Yu Qiaoting’in eline itmiş, ayağa kalkmış, sırtından uzun bir yay çıkarmış, birkaç adım gerilemiş, bir ok çekmiş, sicime yerleştirmiş ve nişan alırken çekmişti.


Ok havayı yararken vınladı. Birkaç nefes sonrası, bir feryat gökyüzünün yarısı boyunca yankılandı. Düzenin kuyruk ucundan bir kaz doğruca aşağı düştü, onlardan çok uzak olmayan bir yere indi.


Fu Shen’in şahsen gidip almasına kalmadan, bölgeden bir çiftçi ona getirdi. Yaralı ördek hala canlıydı, kanadının bir tarafını ok delmişti ve Fu Shen tutarken durmadan çırpınıyordu. Yu Qiaoting bir bakış atmak için başını uzattı. “Fena değil. Oldukça şişman.” Diye övdü.


“Sen ye diye değil bu.” Bir elinde yay diğerinde kaz olan Fu Shen döndü ve geri yürüdü. “Du Leng’e bana biraz yara ilacı getirmesini böyle.”


“Ha?” Yu Qiaoting’in aklı bulanmıştı. “Ne yapıyorsun?”


“Du Leng’e bunun yarasını iyileştirteceğim.” Fu Shen arkasını dönmeden konuştu. “Güneye uçmaya gitmeyecek mi? Aklıma gelmişken, bana bir şeyde yardım edebilir.”


“Heh?”


“Balık kazlarının mesaj gönderdiğini* duymadın mı hiç? Ne yazık ki, bu Marki balıkları batıracak ve kazları dikkatini çekerek düşürecek güzelliğe sahip değil, bu yüzden zor kullanmak durumunda kaldım.” Böyle söyleyince, Fu Shen biraz düşündü sonra biri onu yaraladıktan sonra kaz gibi bir şey istemesinin biraz mantıksız olacağını hissetti. Böylece elindekini kaldırdı, onunla samimi bir biçimde konuştu. “Sana haksızlık ettiğim için kusura bakma, Kaz Kardeş.”

ÇN: Bu, söz konusu adamın daha sonra İmparator tarafından öldürülen bir kaz ayağına bir mesaj bağladığı, mesajının bu şekilde iletildiği Su Wu efsanesine bir göndermedir.


Kaz: “...”


Elinde iki kaseyle asılı kalan Yu Qiaoting: “...”


Jing Ning Markisi’nin qi’si saptı da kafayı mı yedi?


Kış Gündönümü* zamanı, Jinlin’te.


*Herkesin bildiği 21 aralık, en uzun gece, kuzey yarım kürede kışın, güneyde yazın başlangıcı falan filan.


Bugünkü oturumun bitişi biraz geç olmuştu. Yan Xiaohan gün batımında saraydan çıktı. Şu anda Kış Gündönümü olduğundan, Uzun Şeref Salonunda müzakereden sonra Majesteleri başkentin sosyal geleneklerine uydu ve kraliyet mutfaklarında her memura sunmak için özellikle koyun eti ve mantı çorbası pişirildi. Kuzeyden gelen birkaç eski memur yüzlerinden yaşlar süzülerek kaselerini tuttu. Changzhi bundan derin bir şekilde etkiledi ve kendi gözyaşlarının da birkaç damla yuvarlanmasına engel olamadı. Hükümdar ve kulları el ele verip birlikte ağlar iken, Jiangnan’dan gelen dördüncü derece yetkili bilginler onlara birkaç yapmacık teselli verdiler ve İmparator göz yaşlarını dizginlediğinde her parti dağıldı.


Bir ağız dolusu sıcak çorba, Yan Xiaohan’ın iç organlarını haşlamış gibiydi. Uzun, rutubetli, soğuk caddede yürürken, aslında her yere nüfus eden keder ve soğuğu hissetti. Malikanesine geri dönmek istemiyordu, bu nedenle amaçsızca sokakları dolaştı, sersemce sonsuza kadar yürüdü, ta ki her nasılsa henüz kapanmamış bir pazar yerine varıncaya kadar. Sonra birisi birden omzuna çarptı.


Bir kişi yanından geçmiş, yüksek sesle bağırmıştı. “Görmek istiyorum! Ben de görücem!”


İlerde çok uzakta olmayan bir insan topluluğu vardı, bir tezgahın etrafını çevrelemiş ve bilinmeyen bir şeye bakarken hengame çıkarmıştı. Yan Xiaohan’ın keskin kulakları vardı ve gruptaki adamın kaba, gür sesini öylece duyabilmişti “... Şehrin dışında kaz avlıyordum bir de ne göreyim! Ayağına ipek bir mektup bağlanmış! Ne demiş eskiler, ‘balık kazları mektup gönderir’ değil mi?!”


Yan Xiaohan’ın zihninde tang diye bir sicim koptu ve kalbi kıpır kıpır oldu. Ansızın biraz meraklandı, yakından bakmak için öne adım atarken duygularına hakim olamadı. Filinta gibi adamdı, izdihamın dışında durdu, kesme tahtasının üstünde yatan ölü bir kaz gözüne çarptı. Adam dört parçaya katlanmış ipek parçasını tutarak kalabalığa gösterdi. “Herkes bilir ki kazlar kuzeyden güneye uçar ve bu iki yer birbirine mesaj yollayamaz. Belki kuzeyliler buraya mektup yollamak için mahsus bunu kullandılar, he?”


“Ne diyormuş?” Biri başının etini yedi. “Ver de biz de görelim!”


“Yok yok vermem!” Dedi adam. “Bu ender bulunan-”


“Ne kadar bu kaz?” Yan Xiaohan aniden öne sürdü. “İpekle birlikte alacağım.”


Kalabalık heyecan peşinde koşuyordu ve derhal onun için yolu açtı. Adam, lüks bir şekilde giyindiğini ve olağandışı bir duruşu olduğunu fark etmiş, anında zengin bir savurgana denk geldiğini anlamıştı. “Beş gümüş tael!” İdi ağzından çıkan.


Yan Xiaohan kayıtsızca para kesesini çıkardı ve bakmadan, dosdoğru diğerinin kollarına fırlattı. Adam ellerindekinin ağırlığının hiç de hafif olmadığını söyleyebilirdi ve hemen zevkle parladı, hürmetkar bir tavırla ipeği takdim ederken tekrar tekrar teşekkür etti. Yan Xiaohan ipeği aldı ancak bakmak için açmadı, bilakis kol yeninin içine koydu. Oradaki herkes meydana çıkararak gösteriş yapma niyetinde olmadığını anladı ve bundan son derece hoşnutsuz oldular, her biri dağılırken ağızlarının tadı kaçmıştı. Dönüp satıcının tezgahından ayrıldı, arkasından kaz götüren bir devlet memuru ortaya çıktı.


Yegane nefeste kimsenin olmadığı bir yere geldi, Yan Xiaohan ipeği bir kavradı bir bıraktı, bir sıktı bir gevşetti. Avuçları soğuk terle doluydu. Kendine defalarca kez, kalbinde boş bir kuruntu tutmamasını, “Kuzey kazı”nın (雁, yàn) sadece bir rastlantı olabileceğini ve kuğu, kazların mesaj göndermesinin sadece abartılmış bir masal olduğunu söyledi kendine. Delirmişti ve sadece bir anlık dürtüyle bu hiç de önemli olmayan şeyi satın almıştı.


Lakin, aşırı derece hasretini dindirmek için bir yadigâra ihtiyacı vardı, bu yalnızca sahte bir hayal olsa dahi.


Çok uzun bir süre kendini sakinleştirdikten sonra, avucunu ağır ağır açtı. Tekrar tekrar tereddüt etti. Hatasını bir kez yaptıktan sonra devam etme davranışını takındı, dişlerini sıktı, gözlerini kapattı ve sonunda titrek bir halde kol yeninden beyaz ipek parçasını çıkardı, dikkatle katlarını açtı.


Kazların kuzeyden güneye uçması ne kadar sürerdi kim bilir? İpek hayvanın bacağına bağlanmaktan kirlenmiş ve karakterler silinmişti, kumaşın üstündeki kuru mürekkep izleri sırılsıklam olmuştu.


Bulanmış olsa da, hala pek tertipli olmayan bir el yazısını açıkça belirleyebiliyordu, zira üzerine yalnızca dört kelime yazılmıştı:


“Benim karım ne alemde?”


—--------------


Bölümün sonu.


Oy verip yorum yapmayı unutmayın.


Varya şu kitabı çevirirken aşırı migrenim tutuyo. Çünkü siktiri boktan isimler her yerde, adamlar kapılara bile mavi bilmem ne diye isim veriyo onları türkçeleştirmek için götümü yırtıyorum burda. Şu ammığahamzsçc isimleri öyle kafamı bozuyo ki, amkodumun kapısının ismi olsa ne olacak amk… Büyük şeref salonuymuş vah vah ne kadar manidar bi isim şerefli falan! -_- Çok doluyum valla bildiğiniz gibi değil. Ayrıca Yuantai kadar aptal bir imparator daha görmedim ne kadar beyinsiz bi adam ya.. ülkeyi satıp kaçıyo bi de yaşlı moruk. Siz daha böyle çok ağlarısınız ülke gitti elden valla Yuantai etme bulma dünyası koçummm!


Ve bir şey diyim mi? Bu kitap çok zorrrrğğğğ. Okumak da çevirmek de, askeri şeyler, yazarın edebiyat yapması falan beni öldürüyo ya. Ben bir zamanlar tgcf çevirmeye girişmiştim sonra siktiri boktan bi linç yemiştim amk lsçczcylyvz neyse işte onun kadar çevrilmesi basit bir kitap görmedim o kadar raaattım ki anlatamam, xl utandı, xl gülse mi ağlasa mı bilememek, xl kaçtı, hc güldü, hc kaşlarını kaldırdı falan ayyy ne güzel günlerdi ya… Bu peki…  sade, basit konuşma paragraflarını özledim resmen. Neyse bugün aşırı triggerlandım içimi dökmem lazımdı zaten kaç bölümdür paragraflara yorum yapmıyodum fark ettiyseniz işte şimdi patladım aq :D



Önceki | İçindekiler| Sonraki

Karakter Tab.

Yorumlar