Bölüm 48: Yufka Yürek

Önceki | İçindekiler| Sonraki

Karakter Tab.

Keyifli okumalar.

-----------

Qi Prensi dışarı sürüklenmiş, şaşkınlıktan eli ayağına dolaşmıştı. “N-neler oluyor…”

Yan Xiaohan mutlak bir hayret içinde arkalarıdaki adama baktı. 

Ren Miao sol elinde ocak demirini tutuyor, sağ elini oynattığında kaşlarını çatıyordu – görünen o ki, aniden kuvvet uygulayınca bileğini burkmuştu. Yan Xiaohan’ın boş bakışlarını görünce başını kaldırdı ve mahcubiyetle dolu gözlerle gülümsedi ona. “Üzgünüm, az önce aceleyle hareket ettim de. Seni incitmedim değil mi?”

Adamın ocak demiri az evvelki tüm süre içinde Yan Xiaohan’ın yanında durmuştu. İkisi kapı eşiğinin hemen önündeyken, Yan Xiaohan Prensi kurtarmaya koşmuş, diğer yandan Ren Miao demiri almaya gitmişti. İkisinin arasındaki mesafe aşağı yukarı aynıydı, ancak o yine de ileri atılıp, kiriş yıkılmadan önce hem Yan Xiaohan’ı hem de Prensi çekmek için sopayı kullanabildi. Bu şaşılacak derecede kol gücü bir yana, tek başına gelip gitme hızı alelade bir adamın ulaşamayacağı bir şeydi. 

Bu tepki ve beceri süresi Yan Xiaohan’ınkinden bile daha eli çabuktu, fakat eğer vaziyet öyleyse, kapıdan geçerken neden anında bohçasını kolayca kaptırabilmişti?

Ya kritik bir durumda aniden enerji doluverdi, ya da… aslında olduğundan daha güçsüzmüş numarası yapıyordu. 

Ren Miao’nun demir sopayla dürttüğü put, tuzla buz olmuştu. “Burası güvenli bir tapınak değil. Kim bilir az sonra…” Harfi harfine şom ağızlı olduğunu hatırladı ve sözlerinin yarısında öksürüğe kapıldı. “Neyse. Evvela buradan gidelim.”

Yan Xiaohan sessizlik içinde Prensi kaldırdı. 

Bunu dillendirmek kafa karıştırıcıydı ama, onlar gittikten sonra gök gürültüsü ağı ağır hafiflemiş ve kara bulutlar dağılmıştı; o büyük yıldırım çarpmalarının ardından yağmur bile nihayetinde durulmuştu. Her bir kişi gökyüzüne bakmak için başını kaldırdı, derin düşüncelere daldı ve tarifsiz bir huşuyla şaşkınlık geçirdi. Hatta ön avluda diz çöküp, sükunet içinde Budist mantrasını* okuyan birkaç kişi bile vardı. 

Prens ölümün eşiğine geldiği gerçeği nedeniyle kafası karışmış durumda değildi. Kıyafetlerine çeki düzen verdikten sonra, Ren Miao’yu çok içten bir şekilde selamladı. “Yardımların için çok teşekkürler, kurtarıcı.”

Ren Miao bir eliyle tuttuğu ocak demirine yaslandı, diğeriyle konik şapkasını taktı ve kaygısızca gülümsedi. “Bu ne şimdi? Eğer beni yanınıza kabul etmeseydiniz, bu ayrılık başka türlü gerçekleşecekti… Belki de bu kaderde yazan bir tesadüftü, kim bilir.”

“Gidecek misin?” Diye sordu Yan Xiaohan.

Ren Miao atını ileri sürdü. “Yağmur durdu ve tapınak yıkıldı. Şimdi gitmezsem, oturup boş boş bir sonraki yıldırım dalgasını mı bekleyeceğim?” Çevikçe atına bindi ve her birine ellerini birleştirdi, tonu samimiydi. “Yeniden karşılaşacağımızdan eminim millet. Daha sonra Jing Eyaletinde görüşürüz!”

Bunun ardından, atını mahmuzladı, beklenmedik bir şekilde ayrıldı ve bir kez olsun ardına bakmadı. 

Prens iç geçirdi. “Ne şanslı bir karşılaşma.”

Yan Xiaohan’ın belli belirsiz gözleri kısıldı, hızla uzaklaşırken adamın ince görüntüsünün kayboluşunu seyretti. Bunun burada bitmediği hissine kapılmıştı. 

Aynı günün şafak vaktinde, hepsi yorgunluktan bunalmış bir haldeydi ve yerel halktan kalacak yer talebinde bulunmak için komşu bir köye koştular. Adı Irmaklı Tepe idi, zararsız halk bölgesi, Jing Eyaletinin Kuangfeng İlçesinin yetki alanına giriyordu. Köy muhtarı ve klan büyükleri yabancı ziyaretçilerin gelişini sıcak bir şekilde karşıladı. Onlara kalmak için bir yer ayarlamakla kalmadılar, hatta insanlara her türlü yemeği getirttiler. 

Prens neredeyse ayakta uyukluyordu. Yan Xiaohan ise dün gece olanları aklında tutarak biraz kestirdi ve sonra, yerel halka köyün dışındaki ölümsüz tilki tapınağını sormaya gitti. 

Birkaç yaşını almış kıdemli kişi, söylentilere göre tilkinin bir keresinde sel baskını olmadan önce belirdiğini ve köylüleri uyardığını anımsamıştı. Cennetin entrikalarını ifşa ettiği ve böylece onun gazabını üzerine çektiği için, yıldırım çarpmasıyla öldü ve insanlar onu kutsamak için bir tapınak inşaa etti. Gelgelelim, ölümsüz tilki bir daha hiç kendini göstermemiş gibi görünüyordu ve tapınak git gide terk edilmeye başlandı. 

Geçen akşamki yıldırım kimseye denk gelmemiş, hatasız bir biçimde tam olarak putun üzerine düşmüştü. Bu bir hayli tesadüfiydi. Sahiden de Cennetten gelen bir tür işaret olabilir miydi ki?

Efsane, kutsal sırları ifşa ettiği için tilkinin Cennetin gazabına uğradığını belirtiyordu. Öyleyse, o tapınaktaki sözüm ona “kutsal sır” neydi?

Tam aklı başka yerlere gitmişken, ansızın tık tık diye kapı çaldı ve avludan birinin sesi geldi. “Kimse var mı? Sizin araziden geçiyordum da, bir geceliğine burada kalabilir miyim-”

Evin kapısı gıcırdayarak açıldı ve arkasından Yan Xiaohan’ın soğuk, ifadesiz suratını ortaya çıkardı. 

“Yo, yine mi sen!” Ren Miao keyifli bir şaşkınlıkla konik şapkasını kaldırdı. “Seni görmek güzel, seni görmek güzel!”

Yan Xiaohan’ın ifadesinden görüldüğü üzere bu hiçbir şekilde “güzel” falan değildi. “Seni görmek güzel.” dedi aldırışsızca. 

“Kader bizi bir araya getirdi! Bu gerçekten kelimelerle izah edilemeyecek kadar harika.” Ren Miao atını avluya bağlarken ‘işe bak be’ diye söylenmiş, aşinalıkla içeri girmek için ilerlemişti. “Yarım gece boyunca bayır aşağı inmek beni bitirdi. Bu işleri kolaylaştırıyor. Ağabey, biraz kestirmek için bu seferliğine evini ödünç alacağım.”

Yan Xiaohan yerinden hiç de kıpırdamadı. “Alamazsın.”

“Niye?”

“Ben ailesi olan bir adamım. Yabancılarla kaynaşmam benim için uygun olmaz. Başka bir yer seçmen gerek.”

“...Olamaz, ben yedi chi’lik bir adamım. Sana ne yapabilirim ki? Yoksa… senin yaşlı kadından o kadar mı korkuyorsun?”

“Benim eşim de erkek. Kusuruma bakma.”

Ren Miao: “……”

“Tamam be, tamam,” adam bıkkınca ellerini salladı. “Başka yer arayacağım… hay ben…”

Ren Miao’nun dili tutulmuştu. Yan Xiaohan her şeyden evvel Qi Prensinin yerini kontrol etmek için kapıdan çıktı. Daha uyanmadığını görünce, yanındaki astlarına biraz tetikte olmalarını ve Prensin güvenliğini sağlamalarını söyledi. Sonra kendisi bir tur atıp köyün her yerini dolaştı; Ren Miao’nun komşu avluda bir odun kulübesinde kaldığını görünce, köyün arkasına gitmek için arkasını döndü. Çiftçiler uzaktaki çeltik tarlalarında çalışıyordu, çocuklar gülüp oynuyordu ve kadınlar çamaşır yıkamak ve pirinç durulamak için su kenarında toplanıyordu. Bunların hiçbiri daha huzurlu ve sıradan olamazdı. 

Belki de çok fazla düşünüyordu ama, kafasını neredeyse ikiye yaran o yıldırım çarpması sanki başından sonuna düşüncelerini birbirine karıştıran bir gölge gibiydi. Gayesizce ortalıkta dolaştı; yolunun saptığını fark ettiğinde, çoktan köyün atalar tapınağının önüne gelmişti. 

Tapınak önemli bir mekandı ve yabancı birinin kafasına göre girmesi yasak olurdu. Gitme niyetiyle geri döndü ancak fazlaca keskin kulakları bir takım hafif, anormal hareketlilik sesleri yakaladı. Görünüşe bakılırsa, birileri içeride özel bir görüşme yapıyordu ve onlar biraz mevzudan bahsederken kulak misafiri oluvermişti. 

“...gelen o yabancılar, bu akşamki ayinde…”

Ses gitgide yaklaşıyordu. Yan Xiaohan’ın kalbi bir an atmayı bıraktı. Kıvrak bir şekilde sıçramış, bütün bedeni bir kağıt parçası gibi süzülmüş ve sessizce bir çatıya çıkıp yaprakların altındaki gölgelerde gözden kaybolmuştu. 

Köy muhtarı ve sabah erken vakitlerde gördüğü cılız bir genç adam binanın arkasından çıkıp konuşurlarken geçtiler. “...Guang Ping ve geri kalanı on beşten daha az. Bu gece ayarla. Kadınları uyutmak için yiyeceklerine biraz ilaç karıştırın ve yarın onları dışarı çekin. Kimse ayak bağı olmadığı müddetçe bir sorun çıkmayacaktır. O insanların üst kalite ipekten kıyafetleri olduğu olduğunu gördüm, bagajlarını karıştırırsanız kuvvetle muhtemel iyi mallar çıkacaktır…”

Bu adamların onlara ilaç vermeyi planladıklarını anlamıştı ancak “ayin”in ne olduğunu anlamamıştı. Sadece köylülerin katılmaya vasfı olduğu bir ritüel gibi görünüyordu, lakin bir varlığa adak sunacaklarsa bile, neden bunu başkalarının gözünden ırak tutmaya çalışıyorlardı?

“On beşten az” tabiri ne anlama geliyordu?

İki adam oradan gittiklerinde, Yan Xiaohan çatıdan aşağı atladı, bir kedi misali yere hafifçe indi. Tamamıyla gizli bir şekilde sıvışmayı niyet ederek ayağa kalktı, fakat ilk adımında durakladı ve uzun koridorun sonundaki bir çift karanlık gözle buluşmak üzereyken tam zamanında aniden başını geriye çevirdi. 

Tapınak zaten yeterince meymenetsizdi. Kişi hala bir sütunun arkasında saklanıyordu, sadece mürekkep karası gözleri belli oluyordu ve ona tereddütsüz bir bakışla gözlerini dikerken tek kelime etmiyordu. 

Göz açıp kapayıncaya kadar sırtına soğuk bir hava patlaması sızdı, hemen ardından soğuk soğuk terledi. 

Sert bir biçimde durdu. Toplayabildiği bütün soğukkanlılıkla karşısındakini doğrudan izledi. Aklına gelen ilk fikir, sessiz kalmasını sağlamak için basitçe onu öldürmekti, ki çok fazla rahatsızlığa yol açmaktan kaçınabilsin.

Elini arkasına yerleştirdi, kol yenine istiflediği bir bıçak kaydı ve avucunun içine geldi. Tam da o anda, kişi aniden sütunun arkasından fırlayıverdi, ona son bir bakış attı ve ayaklarını yere vurarak tabanları yağlamak için arkasını döndü. Serbest bırakılmış saçlarını henüz toplama zorunluluğu olmayacak kadar genç yaştaki bir oğlan çocuğundan fazlası değildi.

Yan Xiaohan’ın kabiliyetiyle, eğilmi olduğu müddetçe çocuğu olduğu yerde infaz etmek onun için zor olmayacaktı. Fakat, mesele bunu yapmaya geldiğinde, yüreğinde yok denecek kadar az olan şefkat harekete geçti ve nitekim bıçak atış yapmak için hiç elinden ayrılmadı.

Her zaman yuva kurduktan sonra, çok fazla suç işleyen birine bir kaygı atmanı ekleneceği ve hareket tarzının frenleneceği söylenirdi. Bunu daha önce deneyimlememişti ama şu anda belirgin bir biçimde öldürme niyetinin dışında bunu engelleyen başa bir çeşit güç hissediyordu. Fu Shen’i düşünmekten kendini alamadı; şu anda buradaki o olsaydı ne yapmayı seçerdi?

Daima Fu Shen’in düşüncelerini en üstte tutmuştu ve bu yanlış kanı hem ellerinin hem kalbinin yumuşamasına neden olarak, ona tahmin etmesi zor bir dizini sonuç getirmişti.

Şayet burada gerçekten Fu Shen olsaydı, evvela kesinlikle çocuğu bıçakla vururdu, sonra da onu kendine getirmek için tokatlardı. Birisi onun kötü şeyler yaptığını keşfetmişti; onu gebertene kadar dövmese bile, ağzının sıkı kapatılması gerekiyordu. Nasıl öylece gitmesine izin verebilirdi?

Yan Xiaohan soğukkanlı bir halde kaldıları eve geri döndü, Prensi uyandırdı ve herkesi köylülerin verdiği yiyecek veya içeceklere hiçbir suretle dokunmamaları için uyardı. Öğle vakti, derhal Kuangfeng İlçesine doğru yola çıkacaklardı. 

Bununla birlikte, insan topluluğu oldukça uzun bir süre atları koşturmak ve eşyalarını toplamak için aceleyle çalıştı. Her şeyi düzenlemeyi bitirdiğinde, Yan Xiaohan yolculuklarına devam etmek için sabırsızlandıklarını iddia ederek köy muhtarına vedalarını sundu ve arkalarında bir miktar gümüş sikke bıraktı. Para bir iblisi bile zımpara taşına çevirebilir  – ilk başta biraz şüpheyle yaklaşan köy muhtarı sikkeleri görünce her şeyi unuttu ve seve seve aynı şekilde karşılık verdi.

Yan Xiaohan konvoyla birlikte ayrıldı. Irmaklı Tepe’den tamamen çıktıları zaman, diğerlerine yola devam etmelerini söyledi sonra kendi atını geri çevirdi ve sessizce köyün dışındaki ormanlığa döndü. 

Ayrıldıkları zaman Ren Miao’nun hala yan taraftaki avluda kaldığını anımsamıştı. O adam onun adım seslerinden bile uyanabiliyordu, dolayısıyla sırf o duymasın diye, büyük bir tantayla eşyalarını toplamaları mantıklı değildi, öyle ki yüzünü bile göstermemişti.

Nihayetinde Ren Miao onun hayatını kurtarmıştı ve, Yan Xiaohan böyle bir iyilik aldığı için mahcup olmuştu. İster onu yaka paça götürmesi gereksin ister öyle yapma zorunluluğu doğacak olsun, aklından kendi kendine şu “ayin”in ne olduğu adam akıllı kavradıktan sonra diğerini oradan çıkaracağını söyledi.

Yarım gün geçtikten sonra, akşam karanlığı çöktüğünde, tek tük fener ışıkları köyü aydınlattı. Yan Xiaohan sabah atalar tapınağına gitmek için kullandığı güzergaha gizlice girmek için akşamın örtüsünü kullandı. 

Köy muhtarı ve klanın yaşça büyük bütün erkekleri oranın dışında toplanmıştı. Verandada, ek olarak üç adet düz yataklı araba vardı, her biri taze çiçekler ve parlak ipeklerle süslenmişti ve bunların üzerinde beyaz giyinimli biri yatıyordu. Yan Xiaohan loş gece ışığında görünüşünü tam seçemedi, hem de ölü mü yoksa diri mi olduğunu söyleyemiyordu. Tek duyabildiği şey, avludaki ihtiyarın şöyle söylemesiydi. “Tüm hazırlıklar yapıldı. Yola çıkmalıyız.”

Hayatlarının baharında birkaç genç adam arabayı itmek için öne çıktı, diğerleri beyaz kağıttan yapılmış fenerler yaktılar ve yavaş yavaş yollarına çıktılar. Sahne bir cenaze alayına benziyordu. Akşam karanlığında inanılmaz bir şekilde kasvetli ve garip görünüyordu. 

Aklında soruşturmak için onların peşinden gitmek vardı. Beklenmedik bir şekilde, başını eğdiği gibi sabahki çocuğun durduk yere ortaya çıktığını fark etti. Sabahleyin saçakların içinde gizlendiği kısma doğru konuşuyor, ağzı açılıp kapanıyor lakin herhangi bir ses gelmiyordu. 

Meğerse, o bir dilsizdi. 

Kimse kendini göstermeyince çocuğun yüzünde kaybolmuş bir ifade ortaya çıktı ve birkaç sefer kendini tekrarladı. Şimdi Yan Xiaohan sonunda yaptığı hareketlerle hangi sözleri söylediğini net bir şekilde gördü: “Orada mısın?”

Belki sabahki merhameti daha tam olarak azalmamıştı, zira çocuğa baktığında kötü bir niyeti olmadığını hissetti ve küçük bir çocuk onun gibi yetişkin bir adama her halükarda tehdit yaratamazdı. Kendi kendine biraz mırıldanmış, şahsına doğrudan gönderilmiş bir ipucundan öylece vazgeçemeyeceğini hissetmiş ve sonra arkasında tuttuğu bir bıçakla saklandığı yerden dışarı çıkmıştı. Sakin bir tavırla, “Beni mi arıyordun?” diye sordu. 

Soluk bir hayalete benzeyen çocuk, hızla başını çevirdi. Onu gördüğünde, aceleyle birkaç kez el hareketi yaptı ve ona kendisini takip etmesini ima etti. Yan Xiaohan kendisine ne söyleyeceğini bilmiyordu, bu yüzden ona yolu göstermesine izin verdi ve ikisi tapınağın arkasındaki bir avluya gelene kadar türlü türlü viraj ve kıvrımdan geçtiler.

Çocuk onu binanın önüne getirdi ve içeri girmesi için kapıyı gösterdi. 

Yan Xiaohan, “Sen girmiyor musun?” diye sordu fısıldayarak.

Çocuk keyifle başını salladı. Kolundaki mor bir yarayı gösterdi ve vurma hareketi yaptı. 

Yan Xiaohan buranın büyük olasılıkla köyde sıradan insanların girmeye yetkisinin olmadığı özel bir alan olduğu kanaatine vardı, aksi takdirde bu çocuk gibi dayak yiyorlardı.

Başını salladı. “Teşekkürler.”

Yan Xiaohan tahta kapıyı nazikçe itip açarak içeri adım atarken, oğlan birkaç adım geri çekildi. 

----------

Bölümün sonu.

Oy verip yorum yapmayı unutmayınnn.

Yazar diyor ki: Sonraki bölümde özellikle iğrenç bir kinaye var ama yazmaktan oldukça mutluyum, hahahahaha.

Berry diyor ki: Bakalım o tapınakta bizi ne karşılayacak 👀


💫Ren Miao💫


Önceki | İçindekiler| Sonraki

Karakter Tab.

Yorumlar