Bölüm 47: Yıldırım Çarpması

Keyifli okumalar.

---------

Yağmur, adamın konik şapkası boyunca koştu, sanki yüzüne bir peçe oluşturuyormuş gibi aşağı damlıyordu. Yan Xiaohan'ın fazlasıyla sinsice yaptığı hareketlere baktı, bir kaşını kaldırdı ve sırtındaki kumaş bohçasına doğru uzandı. 

Tam o anda, salondan kuşvari bir seslenme geldi, ikisi arasındaki düşmanlığı yarıda kesti. 

“Yan—” O kritik anda Qi Prensinin sesi geldi. “—Ah, sorun yok. Onu içeri alabilirsin.”

Yan Xiaohan, adam tıpkı az önce para kesesine yaptığı gibi yıldırım hızında bir çabuklukla elini geri çektiğinde henüz cevap verememişti. “Duydun işte, duydun!” Diye bağırdı. “Yüce Ölümsüz konuştu! Yolu kapatma, girmeme izin ver!”

Bu eleman konuştuğu zaman, sanki kişinin kulaklarında on çiğdeci aynı anca ötüşüp bağırışıyor, kaotik bağırışları kırık bir çanın çın çın diye çıkardığı sesleri çekiyor gibiydi. Yan Xiaohan inanılmaz şekilde sinir oldu, isteksiz isteksiz kılıcını geri kınına soktu. Adam atın sırtından atladığı anda, keskin kulakları taş ve metalin çarpışması gibi gıcır gıcır bir ses yakaladı. Çınlama sesi başından sonuna kadar yayıldı, ardıl tonu bitmek bilmiyordu.

Hemen burnunu üstünden adama dik dik baktı. Diğeri sakince yürümüş, bakışlarını karşılamış, konik şapkasının altından ağzının köşesinde kendini beğenmiş bir yay çizmiş, zayıf bir kapris işareti vermişti. Birbirlerini sıyırıp geçerken, Yan Xiaohan birden arkasından hamle yapıp süratle ve uygunsuzca diğerinin sırtındaki kumaş bohçasını çekmişti.

Adamın karşılığı da epey hızlıydı ve neredeyse aynı anda Yan Xiaohan harekete geçti, bohçanın diğer ucuna kuvvetle yapıştı. Hareket dolayısıyla şapkası geriye kaydı, altındaki sade, şaşırtıcı olmayan yüzü açığa vurdu. Şiddetle, “Ne yapıyorsun?” diye sordu.

Yan Xiaohan ifadesizce “Kılıcını ortadan kaldırıyorum.” dedi.

Adam kafası karışmış görünüyordu. “Kılcımı kaldırmak mı? Nerdeymiş kılıç?”

Yan Xiaohan’ın görüşü ikisin de tuttuğu sargılı bohçaha kaydı. Adam bir bakış attıktan sonra içten bir kahkaha patlattı. “Bu mu sanıyorsun? Bu kılıç değil.”

“Aç şunu.”

Genç adam başını salladı, tavrında sahte yetişkinimsi bir öfke vardı. “Sahiden görmek istiyorsun ha? ...Tamam o zaman.” Diye yanıtladı büyük bir gösteriş yaparak.

Yan Xiaohan, bohçanın çift katmanını çıkarırken, etrafına dolanan kumaş şeritlerini açarken ve içinden takriben üç chi uzunluğunda karanlık bir şey açığa vururken şüpheyle seyretti—

Bu bir ocak demiriydi.

Yan Xiaohan: “……”

“Sana kılıç olmadığını söylemiştim. Bakmak isteyen sensin.” Diye tam bir masumiyetle belirtti adam.

İçeride gösteriyi net bir şekilde seyreden hizmetlilerin her biri ağızlarını kapadı ve büyük zorlukla kahkahalarını bastırarak başlarını eğdiler. Yan Xiaohan her türlü soğukkanlılığını korudu. “Buraya ver onu. İçeri sokamazsın.” Dedi aldırışsızca.

Saçağın altındaki adamın razı olup daha fazla ısrar etmemekten başka seçeneği yoktu. Elini geri çekti ve içeri girmeden önce yalnızca homurdandı. “Ne ukala. Bir ocak demirinin  bile yanından geçmesine izin vermiyor.”

Yan Xiaohan defalarca sabır göstermişti, en sonunda içeri girmesi için onu serbest bırakmıştı. Ve hala, belli belirsiz bir acayiplik sezebiliyordu. Adam epey genç görünüyordu fakat eski bir jiangchu şapkasının kontrolsüz tavırlarına sahip gibi görünüyordu. Boş görünen yüzünde fark edilmesi güç bir şeytanlık tipi vardı. Yan Xiaohan tekrar tekrar onda bir şeyler sezmeye çalışmıştı ama o, kusursuz bir biçimden bundan kaçınmıştı. Görünüşe göre uzun zaman önce tapınağa başarılı şekilde gireceğinden emindi, o nedenle Yan Xiaohan yolunu kapatmak için kılıcını çekse dahi hakiki bir öfkesi olmamıştı. Diğer yandan, başından sonuna kadar her fırsatı onu aşağılamak için kullanmıştı. 

Bu iğneleyici ancak toplumsal açıdan uygun konuşma tarzı sahiden çok tanıdıktı.

Aklını yitirmiş olabileceğini hissederek kafasını salladı. Belki de, tatlılığın tadına daha yenice varmışken uzun bir ayrılıkla karşılaştığı için, bu gördüğü herhangi bir şeyde düşüncelerinin Fu Shen’e kaymasına engel olamamasına yol açmıştı. 

Bay Yan’ın suratındaki neredeyse ışıl ışıl olan hoşnutsuzluğun aksine, Qi Prensi ve hizmetliler şans eseri karşılaştıkları bu yabancı genç adamı içten bir dostlukla karşıladılar. Yan Xiaohan’ın aklı yalnızca çok kısa bir süreliğine gitmişti; onu görmüyorken adam çoktan ateşin yanına oturmuş, kollarıyla bacaklarını uzatmış ve açık açık sohbet ederken kendini ısıtıyordu. Daha önce hiç dünyayı görmemiş olan Prens tüm ilgisiyle dinliyordu. 

“...Bu mütevazı kişinin soyadı Ren, ilk adı su kıtlığı esnasında verilen tek karakter Miao. Yan Eyaletinden geliyorum. 16 yaşımdan beri yurdun dört köşesine seyahat ederim, her yerde kahramanı oynuyorum… Ana baba mı? Uzun zaman evvel göçüp gittiler. Pek çok farklı ailenin aşını yiyerek büyüdüm. 

Başkentte bir süre yaşadım, bir tüccarın işçisi ve koruması olarak hizmet ettim.” Utanç içinde sırıttı. “Bazenleri komşu ailenin işlerine yardım ettim, sırf… o ailenin genç hanımına bakabilmek için.”

[ÇN: Miao karakteri  淼 üç su karakterinin (水)  bir araya gelmesidir ve sel anlamına gelir. Ren ise şu 任]

Yan Xiaohan içinden onunla dalga geçti ama Prens bilhassa böyle romantik hikayelere düşkündü ve dramatize etmesinden daha da enerjik hale geldi. “Sonra ne oldu?” Diye sordu şevkle. 

Ren Miao devam etmeden önce bir yudum sıcak su içti. “Başkentte işleri battı, bu yüzden evlerini kiraya verdiler, eşyalarını topladılar ve kendi yöreleri olan Jing Eyaletine geri döndüler.”

“Çok yazık, çok yazık,” diye ağıt yaktı Prens.

“Yazık değil.” Ren Miao gülümsedi. “Onu aramak için gelmiyor muyum?”

Konuşurken Yan Xiaohan’a göz atmak için döndü. Bay Yan fark etti ve nedenini anlayamadı, kalbinden şöyle geçirdi: Aşığının peşinden gidiyorsun, bana ne diye bakıyorsun? Sevgilin var diye hava mı atıyorsun?

“Onun soyadı nedir? Hangi endüstride faaliyet gösteriyorlar? Jing Eyaletinde olduğundan emin misin? Ya başka bir yere gitmişse ne olacak?” Diye sorguya çekti onu Prens.

“Soyadı Meng. Tekstil endüstrisindeler. Jing Eyaletine geri dönmelerini onun büyükleri ayarlamıştı ve bekar bir kız olduğu için söz hakkı yoktu. Ancak hizmetçisinin bana gizlice mektuplar getirmesini sağlayabilirdi.”

Prens “Siz… siz aslında bir çift misiniz?!” diye bağırdı. 

“Bu çok normal tabii. Diğer türlü, sadece kuruntudan ibaret olurdu ve bunca uzak yolu onun peşinden takip ederek ne yapardım? Daha net bir şey söylemedi ama sürekli beni görmeyi ümit ediyor olmalı. Onu yüzüstü bırakamam.”

Bu ortaya çıkar çıkmaz, tüm seyircileri duraksadı. Özellikle aileleri olan birkaç kişi azımsanmayacak şekilde etkilenmişti. Yan Xiaohan ilk başta ona karşı peşin hükümlüydü, ağzının nasıl da gevşek olması ve saçma salak konuşmasından hoşlanmamıştı ama, “onu yüzüstü bırakamam” cümlesiyle kaybinde ani bir değişiklik meydana geldi. Baskılamak için çok çabaladığı hasret, barajdan fırlayan su gibi patladı ve kalbiyle gözlerini doldurmasına mani olamadı.

[Yaaa :”” Üzülme lan buluşursun yakında Jingyuan’ınla…]

Konuşmadan önce bayağı bir sessiz kaldı. “Pekala, genç bir leydinin temiz adını burada lekeleme.”

Ren Miao tekrar ona baktı. “Nasıl da seçkin olduğuna baksana ağabey. Kesin çoktan yuva kurdun di mi?” Diye sordu ikna olmamışça. 

Yan Xiaohan mesafeli bir tavırla başını salladı. “Sen Yan Eyaletinden birisin. Kuzey Yan Demir Süvarileri Komutanı, Jing Ning Markisi Fu Shen’i duydun mu?”

[Nasıl da sayıp döküyor bütün unvanları sıralasaydın aşk adam :DD]

"Duydum, kim duymadı ki?” Ren Miao tembelce cevapladı. “Markiyle aile olduğunu söylemeye getirmiyorsun değil mi? Patavatsızlığımı mazur gör ağabey ama, yaptığın kağıt gibi ince kurusıkı üzerine üfleyerek dağılabilir, hahahahahahaha…”

Herkes: “……”

“Ne bakıyorsunuz bana be?” Ren Miao rahatsız olmuş halde sordu. 

Yan Xiaohan öncelikle kendini biraz sakinleştirdikten sonra, “Diyorum ki, Kuzey Yan’da olduğuna göre neden kendini oranın Ordusuna vermedin, ilerisi için askeri meziyetler kazanma mücadelesi vermedin ve düğününde muhteşem bir manzara yaratarak senin Meng Hanıma eşlik etmedin? Şimdi Jing Eyaletine kadar peşinden gitsen ne fayda? Şayet uğrayıp evlenme teklifi etsen bile ailesi kızlarının seninle evlenmesini istemeyebilir.”

“Askerliğin hiçbir hayrı yok.” Adam başını salladı ve gülümsedi. “Hırslı bir insan değilim ben. Meziyet kazanmak veya iş kurmak istemiyorum, sadece sevgilimi ve hayatımız boyunca birbirimizle ilgilenmemizi, günlerimizin huzur ve güvenle geçmesini istiyorum. Artık aile geçindirmeye yetecek kadar yiyecek ve giyecek kazanmak için yeteneklerimi kullanabilirim. Askere gitseydim, yazgının ne zaman geri dönmeme ya da onu dünyada bir başına kalması için terk edeceğime izin vereceğini bilemezdim. Ölsem bile gözlerimi yumamazdım.”

Bu eleman onu kalbinin orta yerinden bıçaklamaya gelmek için Gökler tarafından gönderilmiş olmaylıdı, her darbe bu doğrultuda onu kan tükürtmeye çok yakındı. “Nereden biliyorsun, Meng Hanımın süslenip püslenmek ve haysiyet ihsan edilmiş olmak istemediğini, ve beş parasız bir hayat yaşamak için öylece senin peşinden gelmek istediğini?” Diye sorguladı geri adım atmayarak. 

Ren Miao bacağını büktü, gözlerinden hafifçe utangaç, hasret dolu bir tebessüm belirdi. “Öyle bir insan değil,” diye dikte sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi. “Yoksa dünyada bu kadar çok insan varken, neden her şeye rağmen benden hoşlansın ki…”

Bu aşikar sevecenlik neredeyse gözleri haşlıyordu. Yan Xiaohan hayal kırıklığına uğramış, yarı ağırılı bir acı hissetmişti. Ren Miao’nun söyledikleri en derin pişmanlığı yahut asla ulaşamayacağı arzusu değildi, ama Fu Shen ve o için, biri soylu bir namı olan aristokrat, diğeri ise önemli bir ağırlığa sahip yüksek bir pozisyondaydı. Güçlerinden vazgeçmeye gönülsüz oldukları göz önünde bulundurulduğunda, umursamazca her şeyi bir kenara atıp plansız programsız bir yaşam tarzına geçmeleri nasıl mümkün olabilirdi?

Senelerce kişisel özgürlükten yoksun kalmak tarafından sürüklenmiş, fani dünyanın tozu toprağının içinde yükselip alçalmıştı. Bu sürükleniş… ihtiyarlayana kadar devam edebilirdi.

Ren Miao gözleri ışıkla parlayarak, şaşıp kalmış Yan Xiaohan'a bir bakış attı ve sıradan bir tavırla konuyu değiştirdi. “Sizler nerelisiniz? Siz de mi arkadaş veya akraba ziyaretine gidiyorsunuz?”

Yan Xiaohan hiçbir şey söylemedi. Prens konuşmak için kendini hazırladı. “Evet. Başkentten geliyoruz ve Jing Eyaletinde akraba ziyareti yapmayı planlıyoruz.”

Fazla bilgi vermemişti Ren Miao da daha fazla ayrıntı için onları sorgulamayarak mesajı aldı. “Ne hoş bir tesadüf. Belki daha sonra orada karşılaşabiliriz. O gün geldiğinde, tüm kardeşleri birer içki içmeye davet ederim.”

Gece vakti geldiğinde, yağmurun hızı bir miktar azalmıştı. Ren Miao kıyafetlerini ateşte kuruttu ve arsızca onların yemeklerinden otlandı. Yiyip içerek karnını doyurduktan sonra, kollarına bir yığın pirinç samanı topladı ve rahatlıkla üzerine yattı. Yan Xiaohan gece nöbeti için insanları ayarladı; aynı köşeyi geçerken, adımları zaten fevkalade hafif olsa da, Ren Miao -derin uykuya dalmış olması gerekirken- bunu duydu ve hemen ardından göz kapakları yükseldi. 

Tesadüfen tam olarak birbirlerine baktılar.

Yan Xiaohan’ın başının tepesine, yıldırım kadar hızlı, tarifsiz, titrek bir his vurdu. Sayısız kesit kafasının içinde büyüdü – kesinlikle bir şey fark edebilirdi, ancak o ilahi ışığın titrek alevini, sönmeden önce yakalayamazdı. 

Ren Miao onu fark etti, sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi gözlerini kapadı. 

Yan Xiaohan’ın üst üste binen şüpheleri vardı ve dışarıdaki gece yağmurunun şiddeti konusunda düşünüp duruyordu, bu da huzursuz bir uykuya yol açtı. Sabahleyin tan ağarırken yukarıdaki kubbeden aniden gök gürültüsü sesi geldi. Derin olmayan uyuklama halinden uyandı, gözlerini açtı ve zaten kapı eşiğinde duran birinin olduğunu keşfetti. 

Bütün tüyleri diken diken oldu, ilk tepkisi yanındaki kılıcına davranmak oldu ancak adam öylece döndü ve ona doğru yürüdü. “Uyanmışsın? Ben de tam seni çağırmak üzereydim. Gel de bak. Bu gök gürültüsünün biraz bozuk olduğu hissine kapılıyorum.”

Yan Xiaohan yarı yatar pozisyondaydı ve ancak o zaman Ren Miao’nun aslında bayağı uzun olduğunu keşfetti, bilhassa uzun bacaklarla. Küçük bir şeytan gibi gülümsemediğinde tamamen yetkin ve güvenilir görünüyordu. 

Tapınağın girişinden dışarı çıktılar. Yağmur şu anda epey hafifti ama gökyüzündeki kara bulutlar henüz dağılmamıştı – aksine daha da birikip yoğunlaşıyor gibiydiler. İçlerinde yıldırımlar çaktı, gökler gürledi. Gök gürültüsü ve şimşekler yalnızca onların üzerinde değil, aynı zamanda menekşe ışığı gökleri yırtarak geçiyordu, hemen ardından virane tapınak hafifçe sallanıyordu. 

“Buradaki arazi çevredeki en yüksek olan arazi. Sel baskını olmasa bile yıldırım düşebilir.” Dedi Ren Miao. “Ağabey, git hepsini uyandır. Yer değiştirmemiz lazım…”

Daha diyeceklerini bitirememişti ki, ölçülemez derecede ağır gök gürlemeleri taşıyan gümüşi beyaz elektrik, Saman Yolundan aşağı dökülür misali, tam olarak ölümsüz tilki tapınağının çatısına vurmuştu!

Ren Miao: “...Git yap şunu, şimdi!”

Yan Xiaohan bir hortum gibi salona daldı ve Qi Prensini yukarı çekti. “Kalkın! Hadi!” diye kükredi. 

Bir sonraki an, yakası gerildi. Prensi yanında sürüklerken tüm bedeni güçlü bir biçimde uzağa çekildi ve tütsü adama masasının önünden yaka paça savruldular!

Adeta aynı anda, bir şimşeğin parlak ışığı çatıyı kırıp geçti ve gürültüyle salonun putunu havaya uçurdu. Buna yanıt olarak çatı kirişi kırılmış, tam olarak Yan Xiaohan’ın az önce bulunduğu noktaya yıkılmıştı.

Milletin nutku tutuldu.

------------

Bölümün sonu.

Yazar şöyle diyor: *Buradaki “sade, şaşırtıcı olmayan” özellikle Gu Tianle Nin sade, şaşırtıcı olmayan tiplemesine atıfta bulunur. 

Not: Bu metin gerçeklik temelli azmedilmiştir. Kar ve gök gürültüsü olsa da doğaüstü bir xuanhuan çalışmasına dönüşmeyecek, ha~

Berry’nin yorumu: Üstteki açıklamaya göre doğaüstü olacağı hissine kapılmaya gerek yok zaten, doğa olayları hep ilginç olmuştur mesela çöle kar yağması da mümkün bu saatten sonra bana :D

Oy verip yorum yapmadan geçmeyin gızzz!! 

Yorumlar