Bölüm 49: Tuzak

Önceki | İçindekiler| Sonraki

Karakter Tab.

 Keyifli okumalar.

----------

Odanın içi tamamıyla karanlık değildi; her yerde sönük, sarı bir ışık vardı. İçerde kimse yoktu ve görünürde korkunç bir manzara da yoktu. Yan Xiaohan içerde birkaç adım yürüdü ve sonra, aniden tanrı bilir nerden gelen alışılmadık bir koku aldığında burnu genişledi. 

Bir anlığına durakladı, derhal ardından tarif edilmez bir neşe duygusu başının tepesine kadar yükseldi, bu hücum anında başını döndürdü ve onu ayakları üzerinde duramayacak hale getirdi. Sonradan aroma daha güçlü ateşlendi. Bir kepçe sıcak yağ ateşe dökülmüş misali, alev dışarıya patladı ve kızışarak havaya yükseldi. İçindeki bütün kan fokur fokur kaynıyordu. Yarım saniye içinde gözlerinde birkaç damar demeti oluştu. Azgın alevler çemberi dantian’ında* kızışıyor, meridyenlerini kavuruyordu. Ceketi anında soğuk ter içinde kaldı.

*Basitçe "enerji merkezi" olarak çevrilir. Dantian "qi odak akış merkezleri", qigong gibi meditasyon ve egzersiz teknikleri, t'ai chi ch'uan gibi dövüş sanatları ve geleneksel Çin tıbbı için önemli odak noktalarıdır. kynk: wiki

Bıçak çınlayarak elinden yere düştü.

Bedeni kırık bir sepet gibi sallandı, daha fazla yerinde duramama ve sonsuz sıcaklık hissini durduramadı. Dilinin ucunu ısırdı ve sendeleyerek girişin olduğu tarafa koşturdu, ancak fark etti ki daha demin itip açtığı kapı, biri tarafından sağlam biçimde dışarıdan kilitlenmişti. Kasları durmaksızın spazm geçiriyor, parmakları onun iradesine karşı çıktığından titriyor ve her yeri kavruluyordu, ancak kapıyı kıracak gücü bile yoktu.

Bu başlı başına bir tuzaktı. Ona yol gösteren “dilsiz çocuk” onun için açıkça kurulmuş bir tuzaktı.

Koku sanki canlıymış gibi etrafını sarmış, kıvrılmış, uzuvları ve kemikleri arasında dolaşmıştı. Önündeki karanlık, garip, sürekli değişen bir hayal dünyası resmine dönüştü. Karmik ateş tarafından yakılan son ayıklık belirtisinde, ansızın Altın Karga cinayet davasındaki beyaz çiğ denetlemesinde, avludaki bütün Uçan Ejderha Muhafızlarının enfekte olduğunu hatırladı. Shen Yi’ce bir keresinde böyle bir maddenin kişiyi mutluluğun da ötesinde havalara uçmuş hissetirebileceğini söylemişti.

Başkentten binlerce li uzakta, dağ başında tanrının unuttuğu bir köyde beyaz çiğ ne geziyordu?!

Fakat, bu tüyler ürpertici fikir, artık düşünemeyecek duruma gelene kadar çok uzun sürmedi. Düşünceleri kaotik bir karmaşaydı. Bir an bulutların üzerine uçuyor sonraki an ise sis içine düşüyordu. En sonunda sırtını duvara dayadı, ve yavaşça aşağı kayarak yerde oturur bir pozisyona düştü, gözleri kapandı ve göğsü şiddetle alçalıp yükseliyor, nefes almak için verdiği çaba giderek daha hızlı hale geliyordu.

Neredeyse çıkaracağı inlemeye direnirken dişlerini birbirine geçirdi. Ellerinin arkası birkaç uğursuz mavi damarla şişmişti. Büyük ter damlaları şakaklarından aşağı boncuk boncuk süzülerek gözlerinin dış köşelerine aktı. Buna rağmen, uyuşturucu onu anında mağlup etti ve sonunda daha fazla buna dayanamayarak, şöyle seslenirken tir tir titredi: “Jingyuan…”

Bu arada köyün diğer tarafında.

Ren Miao herkesin tamamen gitmiş olduğunu bulmak üzere uykusundan uyandı. Açlıktan bacakları titriyordu, bu nedenle başı döner halde, biraz soğuk suyla birlikte kemirmek için buğulanmış bir çörek bulup ocakta ısıtmaya gitti. Bitirdikten sonra, ellerindeki kırıntıları silkti, sonra atını Yan Xiaohan’ın avlusuna sürdü. Kuangfeng İlçesine kadar takip etmek üzereydi ki, kalbi nedendir bilinmez birden sızlayıverdi. 

Böyle bir hissi açıkça ifade etmek zordu. Sanki bir nevi içine doğma gibi, sanki başka bir dünyanın ona yol gösteren sicimi tarifsiz bir titreme geçirmiş gibiydi.

Tereddütlü bir halde başını çevirdi, köyün içine birkaç adım atarken kararsızdı. Zor zanaat arka avludan çıkmıştı ki, bir binanın arasından çıkan daha tam olarak büyümemiş bir çocuğun görüntüsünü yakaladı.

İkisi göz göze gelmiş, bakışları birbirini delip geçmişti. Ren Miao daha hareket bile etmemişti ama, çocuk çoktan yolunu değiştirdi ve panik içinde kaçtı.

Eğer kaçmasaydı, bir sıkıntısı yok demekti, yani böyle yapması direkt olarak bir şeyden suçlu olduğunu ortaya koyuyordu. Ren Miao, acelesizce yerden bir taş alırken sonra da gelişigüzel parmaklarının ucundan fiske atarken, gerçekten Yan Xiaohan’dan daha hızlı yeteneklere sahipti. Duyulan tek şey, rüzgarın yarılma sesiydi. Çocuk dizinin iç kısmından vuruldu ve çamur yiyen bir köpek gibi yüzüstü kapaklandı.

Ren Miao ona arkasından uzandı ve kullanmakta çok iyi olduğu ocak demirini çıkardı. Havada asılı kalırken ileri geri sallanan çocuğu onunla yerden kaldırdı. “Ne için kaçıyordun bakayım?” Diye sordu kendisini dostane olduğuna inandırdığı bir  tutumla.

Çocuk bir elek gibi titredi. Ren Miao ona gülücükler saçtı. “Durma söyle. Bana hayalet görmüş gibi bakıyorsun. Ne kötülükler ettin?”

Çocuk hiçbir şey söylemiyordu, hızla gözünden iki damla yaş aktı. Bu epey acınasıydı, ama bu taş kalpli adamın hiç de etkilenmeyeceğini kim beklerdi ki? Onun cevaplamaktan yoksun olduğunu görünce, kaldırdı ve az ilerdeki kuyunun yanına yürüdü, nitekim onu kuyunun ağzına astı. “Söylemiyor musun? O zaman kal burada. Nasılsa köyde şu an kimse yok, yani geri geldikleri zaman, muhtemelen iyi ve şişmiş olacaksın…”

Çocuk bir ona aptal aptal baktı bir de ayakların altındaki karanlık kuyuya, sonra yüksek bir feryat kopardı.

“Şimdi akıllı olacak mısın?” Ren Miao tatmin olmuş bir tavırla konuştu. “Herkes nereye gitti? Bana yolu söyle.”

Çocuk haykırıyordu; Ren Miao sorarken tüm köylülerin nerede olduğunu kastetmişti ama çocuk onu iyice duyamamıştı. Yan Xiaohan’ın meslektaşlarının aramaya geldiğini sandı, sonuç olarak onu o binaya götürdü, tüm süre boyunca hıçkıra hıçkıra ağladı. 

Ren Miao onu ocak demirinden savurdu ve sopayı kabaca kapının kilidine göre ayarladı. Çok geçmeden başka bir şey söylemeden aşağıya doğru vurdu. Keskin bir rüzgar sesine dünyayı sarsacak bir gümleme eşlik etti. Ağır pirinç kilit ve yanındaki kapı panellerinin yarısı tek seferde ikiye bölündü.

Dilsiz çocuk tüm bunlara boş boş bakmış, o kara, kayda değer olmayan ateş demirinin yeşimi kırabilecek ve altını kesebilecek ilahi bir hazine olabileceğinden şüphelenmişti. 

Kapı bir kez kırıldığında, odadaki koku olduğu gibi dışarı taştı. Ren Miao burnunu kapatmak için kolunu kaldırdı. Kendi çıkarları için başkasını feda etmeye istekli kafa yapısı nedeniyle, çocuğu kaptı ve içeri fırlattı.

Yarı büyümüş olan çocuk böylesine güçlü bir beyaz çiğ konsantrasyonuna dayanamadı ve oracıkta kendinden geçti. Ren Miao buna şahit olması üzerine aceleci davranmaya daha da az cesaret etti. Burnunu kapattı ve rüzgarın esintisinden uzakta durdu. Ancak koku büyük ölçüde dağıldığı zaman kırılmış girişe temkinle adım attı ve içeri girdi. 

Bunu yaptığı an, muazzam bir acı içinde köşede kıvrılmış birinin görüntüsünü yakaladı. 

Beyaz bir kumaş gibi kırık kapıdan içeri ay ışığı sızıyor, içerideki tüm kargaşayı aydınlatıyordu. Yan Xiaohan yüksek ses nedeniyle irkildi ve halsizce başını kaldırarak karşılık verdi. Benliği kor gibi yanan kanıyla dolup taşıyordu; tenin boynundan aşağısı anormal bir biçimde kırmızı ve hararetle kaplanmıştı ve bakışları o zamandan bu yana keskinliğini kaybetmişti. Soğuk ter dur durak bilmeden şakaklarından aşağı yuvarlandı, yanaklarından akarak kırmızı gözleriyle aynı hizaya geldi, gözyaşı lekelerine benziyordu. 

Yeni gelenin arkasından ışık vuruyordu, yüzü karanlık gecede gizlenmişti. Bu uzun silüet hafızasındaki bir gölgeyle birleşti. Bir sanrıya baktığını sandı. “Jingyuan…” diye sesledi belirsiz bir şekilde. 

Ren Miao sessizce küfür etti ve üzerine yürüdü. 

Tahminlerin aksine, Yan Xiaohan’a daha dokunamamıştı ki, adam birden bire sarsıldı, sanki aniden onu tanımış gibiydi, üstüne üstlük akşam melteminin çarpmasıyla kendine gelmeye başlamıştı. Baygın bakışları bir kere daha sertleşti ve nereden geldiği belli olmayan bir güçle diğerinin elini ittirdi.

“Git başımdan…” Sert bir şekilde soludu, sesi boğuktu. “Dokunma bana…”

Ne zaman oldu bilinmez, bıçak yerden alınmış, Yan Xiaohan parmaklarının arasında gümüş ışık parçasını tutmuş ve kendi sağ koluna saplamak için bıçağı sallamıştı. 

Bir anlık kıvılcımda, Ren Miao sonunda önündeki sahnede neler döndüğünün farkına vardı. Acilen elini uzanmak, adamın belindeki akupunktur notasına basmak ve elindeki küçük bıçağı gasp etmek için kullandı, sonra diğerini ensesine çapraz bir şekilde vurmak için kullandı. Yan Xiaohan’ın başı yan tarafa eğildi, kısa süre sonra bilincini kaybetti ve gevşekçe kollarına düştü.

O bıçak tam o anda kalbine saplanmak üzereydi.¹

¹Her kolun serçe parmağının ucundan başlayıp kalbin çevresini saracak bir meridyeni varmış ve bu yerlere verilen zarar ölümcül bile olabilirmiş.

Ren Miao rahatlamış bir nefes verdi, yüzündeki teri sildi, sonra Yan Xiaohan’ı omzuna atmak için eğildi. Kim tahmin ederdi ki, bunu yaptığında o omzu ansızın belirli bir nesneye çarptı.

ÇN: Aaaaaaaaaaeazaöbzsvömttüeytkeçjzlaç

“Bu orospu çocuğu…”

Onu beceriksizce binadan çıkardı, sonra hızla kendisi binmeden önce atının sırtına attı. Adamı göğsünden tuttu ve atını Kuangfeng İlçesine rüzgar gibi estirdi.

Kuangfeng İlçesi, Hoş Ziyaret Hanı.

Ren Miao’nun zor kullanarak evinden sürüklediği yaşlı doktor nabız muayenesini bitirdi. Sakalını sıvazlayarak, bu tuhaf hadise karşısında sakince kanısını dile getirdi. “Bu ciddi bir hastalık değil, sadece çok fazla madde almış. Endişelenecek bir şey yok, üstelik eğer bir kerhaneye giderseniz ve onu rahatlatacak birini bulursanız, ilacın etkileri doğal olarak dağılacaktır.”

“Ne ilacı almış?” Diye sordu Ren Miao.

“Güz gecesi beyazı.” Doktor başını balladı. “Bu tür hastaları pek çok kez gördüm. Yalnızca bir anlık canlanma ararlar… Bu ilaç alındığı zaman derhal bağımlılık yapıyor ve gelecekte uğraşması çok güç olacaktır!”

Bu güz gecesi beyazı da ne boktu şimdi? Yoksa beyaz çiğ gibi bir şey miydi? Neden bu da bağımlılık yapıcıydı?!

Ağzına kadar soruyla doluydu ancak yatakta hala ilgilenilmesi gereken ivedi bir mesele olduğundan detaylı bir şekilde sormak için çok geçti. Ren Miao, onun zamane çocuklarının nasıl ahlakının bozulmuş olduğuna dair ağıtlarını dinleyerek zaman kaybedemezdi, başı ağrıyacakmış gibiydi. “Pekala, anladım… Bu gece öyle yapacağım ve sonra, onu yarın kontrole getireceğim.”

Yaşlı doktor muayene ücretini alarak bocalamış halde ayrıldı. Ren Miao acıya dayanamadığı için kaşları sertçe katılmış Yan Xiaohan’a baktı ve mental yorgunlukla iç geçirdi. Masaya oturdu, kıyafetinin iç cebinden küçük bir ilaç şişesi çıkardı ve bir aynaya bakarken itinayla uyguladı. Bir fincan çay yapacak kadar süre geçtikten sonra, insan derisi maskesini yavaş yavaş yüzünden soydu².

²Wuxia romanlarında pek çok kez karşılaşılan bir şey olan maske ile yüz değiştirmek, bazen bitkisel karışımlarla bazen de gerçekten insan derisiyle yapılır.

Genç Generalin soğuk, yakışıklı yüz hatları bronz yüzeye yansıdı.

Maskeyi aynanın önüne koydu, kalktı, yatağın yanına yürüdü ve sonra Yan Xiaohan’ın göğsündeki akupunktur notasına bastı. Bundan önce baygın olan adam birkaç sefer öksürdü, uzun, yıpratıcı bir süre geçtikten sonra kendine geldi. 

Fu Shen yatağın kenarına oturmak için kendini yukarı çekti, sonra cübbelerini kenara çekti ve uyluğunun ortasına kadar çıkan bir çift siyah, uzun bot açığa çıkardı. Bunlar Kuzey Yan Ordusunun Mühimmat Dairesi tarafından üretilmişti; ağız açıklığı, dizler ve bilekler hepsi özel mekanizmalarla sabitlenmişti. Baldırı altı koyu demir “kemik” ile güçlendirilmiş ve demir plakalar tabanın altında bağlamış, her ikisi de ayrıntılı dişlilerle birbirine bağlanmıştı. Giyildikten sonra bacak ve ayaklardaki yükü hafifletiyor ve dizden aşağıdaki tüm mekanizmalar yürümek için bu uzuvların yerine kullanılabiliyordu.

Bu Mühimmat Dairesi tarafından özel olarak geliştirilmiş bir yürüme cihazıydı. Şayet gerçekten dizlerinin altında his kaybından gelen bir özür olsa bile, yine de botları giydiğinde her zamanki gibi yürüyebilecekti - Fu Shen’in o zamandan bu yana hemen hemen yarı engelli hale gelmesi de cabası. Dağ villasında iken Yu Qiaoting’in gönderdiği kişiden botları kabul etmişti; zaten yapacak bir şeyinin olmadığını düşünerek Yan Xiaohan’la uğraşmanın daha iyi olacağında karar kılmıştı. Dolayısıyla, anlık bir hevesle görünümünü değiştirdi ve Jing Eyaletine kadar peşinden gelmek için takma bir isim aldı. 

Sahiden yatıp kalkıp, Demir Süvarilerin becerikli zanaatkarlarına ve kendi ani dürtüsüne şükretmeliydi. Onun peşinden gelmesi şanstı, yoksa bu kraliyet tayin gezisi bittiğinde aileleri yıkılmış olacaktı. 

Birkaç tokayı açtı ve botu tekmeleyip çıkardı. Yandaki su leğeninden bir el havlusu alıp Yan Xiaohan’ın yüzüne hafif hafif batırdı. “Artık yeter, hadi sil göz yaşlarını. Çok acınası.”

Tek bir cayır cayır yanan, titreyen el bileğini kavradı.

Yan Xiaohan kendisinin tam anlamıyla kafayı sıyırdığından şüpheleniyordu. Ona sabit bir biçimde baktı ve buna inanmayı bırak, sanki bir an sonrasında ortadan yok olacağından korkuyormuş gibi göz kırpmaya bile cesaret edemedi. “Jingyuan…” Diye mırıldandı. 

“Mhm.” Fu Shen yüzünü silmeyi bitirdi ve elleriyle boynuna yöneldi, sesi sıcaktı. “Benim.”

“Hayal mi görüyorum…?”

Fu Shen belirli, ağza alınmaz bir alana kötü niyetle fiske atmış, diğerini titreme nöbetine sokmuştu. “Belki bir bahar rüyasıdır, hm?” Diye sinsi sinsi sırıttı.

Özellikle Yan Xiaohan’a kızgın değildi, lakin adamın kendini kolundan bıçaklamaya çalışmak için kullandığı azimli enerji onu biraz huzursuz etti, ve bu anlatılamaz bir ızdırapla bir araya gelerek, tüm Irmaklı Tepe Köyü’ne nefret duymasına yol açtı. Eğer kimse onu kurtarmaya gelmeseydi ve bütün gece o kahrolası yerde kalsaydı, çıktıktan sonra büyük ihtimalle sakat kalacaktı; kaçmayı başarsaydı nasıl daha sonra bir çare bulacağı büyük sorun olacaktı. Şükür ki, Fu Shen zamanında yetişmişti ve onun yanındayken, bu saçma hadise karı koca arasına düştüğü zaman zar zor bir tür oyun olarak düşünülebilirdi. 

“Buraya nasıl geldin…?”

Fu Shen her iki taraftaki perdeleri indirdi, yatağın içine döndü ve bir yandan konuşurken diğer yandan onun kıyafetlerini çıkarmaya başladı. “Gerçekten benimle bu sıkıcı zırvalıklar hakkında boş yapacak vaktin var mı?” 

Parmak uçları kazara Yan Xiaohan’ın kıyafetlerinin dışında açığa çıkan cildiyle buluştu. Adam yanmış gibi davrandı, başından aşağı zangırdıyordu. Kısa süre sonra belirli, manevi bir kafes bir çatırdıyla parçalandı, vahşi bir canavar uzun bir tıslama çıkardı. Fu Shen’in belinde bir gerginlik oldu, ve ardından ona doğru çekilip yastığa yuvarlandı, üzerine sıcak, karmaşık bir öpücük ezici bir şekilde bastırdı. 

“Jingyuan, kafayı yiyeceğim…” Mantığı ölüm sancıları içinde kıvranıyordu, Yan Xiaohan Fu Shen’in kulağına eğildi, sürekli kesilen, pürüzlü soluğu bir cümleyi üç parçaya böldü. “Eğer seni incitirsem… beni kendinden uzaklaştırmayı hatırlamak zorundasın…”

Fu Shen yüzünü öpmek içi başını yana yatırdı, terli ensesine masaj yapmak için uzandı. “Sorun değil,” dedi nefesinin altından teselli edercesine. “Korkma. Ben buradayım.”

------------

Bölümün sonu.

Oy verip yorum yapmayı unutmayın.

Berry şöyle der: Şimdi, yazarın yaptığı kinayeyi anlamadım ve çevirmenin bunun hakkındaki açıklamasını da anlamadım o yüzden sadece bunu boş veriyorum. Ama çevirmenin söylediğine göre afrodizyakla ilgili bir mecazmış. Ne alaka kesinlikle bilmiyorum. 

Yorumlar