Bölüm 27: Kargaşa


Selam~ Uzuun bir aradan sonra geri döndüm. Nasılsınız iyi misiniz? 

Artık aynı şekil devam edecez ama bölümler muhtemelen haftada bir gelecek çünkü kelime sayısı gitgide artıyor... Bir oturuşta çevirdiğim bölümleri çok özleyeceğim anlaşılan... Neyse :D

Herhangi bir çeviri yahut yazım hatasını bana bildirmekten çekinmeyin!

Keyifli okumalar.


-------------


Alacakaranlık kafes pencereleri tırmandı, gökyüzü donuklaştı ve duvardaki sararmış resimler sınırsız loşluk tarafından gizlendi. Yan Xiaohan ve Fu Shen birlikte içtiler, sonuncu töreni de tamamladılar, ardından Fu atalarının portrelerine eğilerek derin bir selam verdiler, döndüler ve Altın Sahne’den çıktılar.


Bu ciddi ve hüzünlü ritüeller silsilesi zaten pek şenlikli olmayan ortamı daha da kasvetle süsledi. Yan Xiaohan, Fu Shen’nin atına çıkmasına yardım etmiş, havayı yumuşatmaya çalışmıştı. “Bundan sonra, Marki Malikanesine geri dönmeliyiz. Cennet ve yeryüzüne saygılarımızı sunduk, ve halen geri dönüp İmparator’a lütfu için hürmetlerimizi sunmamız icap ediyor. İkimizin bir iz bırakmadan kaçmasıyla, Ayinler Bakanlığı’nın beyefendilerinin hepsinin bizi ölesiye boğazlamayı düşündüğünden korkuyorum.”


“Bırak gelsinler.” Diye yanıtladı Fu Shen miskin miskin. “Tek elle on tanesiyle savaşabilirim.”


Törene katılan Kuzey Yan Demir Süvarileri adamları kahkahalarla kükrediler, gürleyen ateşe barut eklemekte gayet iyi davrandılar. Yan Xiaohan’ın gülümsemekten ve başını sallamaktan başka seçeneği yoktu. Fu Shen’in yanında sürmek için kendi atına atladı. Eş eskort alayı ve Kuzey Yan Ordusu büyük bir atlı insan topluluğu şeklinde birleştiler, ve etkileyici bir görüntüyle başkente doğru koşturdular.


Şehrin tümü bugünün Yan-Fu düğün günü olduğunu biliyordu. Haddi hesabı olmayan sayıda insan bunu görmeyi ümit ediyordu, hatta bazıları coşkuyu izlemek için sokağa koşuyordu. Şafak vaktinden alacakaranlığa değin fark edilebilir tek bir hareketlilik olmamıştı – tavadaki karıncalar gibi endişelendiler, diller dedikoduyla sallanıyordu. Yuantai İmparatoru sarayda haberleri bekliyordu, insanları Marki Malikanesine çoktan üç defa yollamıştı. Ayinler Bakanlığı’ndan gelen beyefendi endişe ve sinir yüzünden zihinsel olarak saldırıya maruz kaldı ve iki kez baygınlık geçirdi; hiçbir şey söylememesine rağmen, kamusal yaşamdan emekli olduğunu bildirmekten başka bir şeyi istemiyordu.


Tam da Marki Malikanesi ve iç saray hepten bir kargaşayla ayağa kalkarken, başkentin kuzey kapıları ansızın ardına kadar açıldı ve göz alıcı kırmızı kıyafetler giyen iki binici kapının kulesinin uzun ve karanlık gölgelerinden dörtnala çıktılar, sanki nihayet ufukta batmanın eşiğinde olan güneşten fırlayan parlak alevlermiş misali. Cübbeleri rüzgarda dalga dalga uçuşarak, alacakaranlıkla örtülmüş loş ışıklı eski sokaklardan uçup geçtiler.


Son derece dizginlenemez bir özgüvene, göze çarpan bir karizmaya sahiptiler.


Kalabalığın içinden birden bire bir tezahürat patladı. Kimin başlattığı bilinmiyordu, ancak vatandaşlar beraberlerinde fenerler taşıdılar sokağa. Bir ışık diğerini takiben geldi, ardından yüz, bine dönüştü ve ağır ağır, yukarıda Samanyolu’nun soluk görünmesini sağlayan fazlasıyla görkemli bir şekilde parlayan, uzun bir nehirde birbirlerine bağlanmaya gittiler. İkili atlarını sürerek geçerken, oradaki sayısız halk kırmızı çiçekler fırlatıyor, ahenk içinde bağırıyordu.


“Yeni evlenen Komutan Fu’ya tebrikler!”


“Generalin mesut bir evliliği olsun!”


“Marki güvende ve sağlıklı olsun, ebedi iyi talih ile birlikte!”


Kan kızılı çiçekler yağmur damlaları gibi düştü, her bir dalgada bağırışlar da yükseldi, ta ki, nihayetinde hepsi şehir çapında bir cümbüşe dönüşene değin. Yalnızca Fu Shen değil, Yan Xiaohan bile böylesine görkemli bir manzara olmasını beklemiyordu.


Buz ve kardan oluşan bir dünyadan yükselen deliklerle dolu bir kalp, sanki değerli bir şeymiş gibi… o anın verdiği hissiyatın tarifi zordu. Fu Shen bir an için etkilenmişti; Yan Xiaohan’ın görüş açısından ise, kısa bir anlığına gözleri dolmuş gibiydi.


Atları hızlarını yavaşlattı, grup nihayetinde Bahar Barışı Köprüsü'nün başında durdu. 


Köprünün hem üstünde hem de altında parlak fenerler tutan insanlar vardı, sınırsız akşam ışığında baştan uca görülen sayısız ateş böceklerinin tıpatıp aynısıydılar. Fu Shen atının sırtında muntazam bir düzgünlükte oturdu, bir elini kıyafetlerine çekidüzen vermek için kullandı ve az sonra ana caddede ki bütün seyircilere dönerek, sessiz ve ağırbaşlı bir selamlama sergiledi.


Yüreğinde dillendirecek binlerce şey vardı, lakin yalnızca kısa bir kelam etti, her bir kelime işitilebilecek bir şekilde zemine düştü.


“Bu Fu adlı kişi mahcup oluyor.”


[Ç.N: Awww UwU]


O zamandan bu yana o kadar duyguyla boğazı düğümlenmişti ki, sesi sertleşmişti. Fu ailesinin üç neslinin katkıları; tarihin yıllıklarına kazınmış, kitabelere oyunmuş, yurdun dört bir köşesinde herkesçe biliniyordu - güzel övgüleri işitmek Fu Shen’in kulaklarını kozalamıştı. Bir vakitler ağzına kadar övünçle dolmuştu, şahsından bir hayli memnundu; ne zaman ki İmparator artık işe yaramadığında derhal onu uzağa itti, o da derhal içinde bir hınç beslemişti; eylediği büyük hizmetin, tüm alemi zatına borçlu kılmaya layık olduğunu hissediyordu.


Lakin “halkın iradesi”nin ne olduğunu gerçekten öğrendiği vakit, bütün kibri yok oldu ve dünyanın kapsamı içindeki bir toz zerresi kadar önemsiz, dayanılmaz bir utanç hisseti.


Yabancı saldırganlar henüz bastırılmamıştı. Vatan henüz sulha ermemişti. O, Fu Shen, hangi erdemleri ve yetenekleri yapmıştı ki, hafızasına gömülmüş böylesine çok insanın takdirini kazanmaya değer olacaktı?


Başkaları anlamazdı, ancak o, “vazifeyi” üstlenmeye gönüllü olmasının büyük ölçüde bir bölümünün, Fu ailesinin bir parçası olduğu için olduğunu pekala biliyordu ve atalarının askeri şanının azalmasına müsaade edemezdi; diğeri, daha küçük olan bölüm ise, dediğim dedik olması ve teslim olmayacağıydı, omuzlarına bastıran binbir türlü sinsi yükle, dişlerini gıcırdatır ve sebatla taşımaya devam ederdi. “Ahlak” hususuna gelince, bu esasında çok minik bir kısmı kaplıyordu, ve kendi çevresiyle uyumsuzdu bu oluşum. Sanki tek başına bir mumun ateşini korumak için yorgunluk nedir bilmeden başında nöbet tutuyormuş gibiydi, böylece esen rüzgardan yahut yağan yağmurdan kazara sönüvermeyecekti. 


Lakin bu gece, aniden, bu ışığı inatla savunanın yalnızca kendisi olmadığını keşfetti.


Sayısız ışıklar yakılıyor, dualar ediliyor, çiçek yağmuru düşüyordu. Sanki, en nihayetinde bu sonu gelmez yola devam etmek için cesaret ve inanç bulmuştu.


Fu Shen’in omzuna sıcak ve güçlü bir el kondu, moral verir bir edayla sıktı, adeta sırtı sağlam bir duvara yaslamış gibi görünüyordu. Yan Xiaohan yakına eğildi, sesi kısıktı. “Geç oluyor. Haydi gidelim.”


Fu Shen bilinçsizce başını salladı. Birden bire bir şeyi yakalamak için elini kaldırdı, sonra gelişigüzel bir biçimde diğerinin yakasına tıkıştırdı. Yan Xiaohan tepki verene kadar Fu Shen dizginleri kapmış ve devam etmesi için atını ileri sürmüştü.


Etrafa güzel bir koku yayıldı. Yan Xiaohan aşağı baktı, sonra hemencecik şoka girmiş bir halde bakakaldı.


Bu ikiz lotustu.


Jing Ning Markisi’nin Malikanesi.


Herkes sabırsızlık içindeydi ve endişeyle bekliyordu, fakat hepsi bu iki yaşayan efsanenin geri geleceğini ümit ediyordu. Tam da Ayinler Bakanlığı’ndan yetkilinin gözüne Fu Shen’in at sırtında olduğu iliştiğinde, irkilip az kalsın “sakat değil misin, Marki?” sorusunu ağzından kaçırıyordu. Neyse ki, bir sonraki an Yan Xiaohan şahsen attan inmesine yardım etti ve onu tekerlekli sandalyesine yerleştirdi; ondan sonra Fu Shen’in hiç de iyileşmediğini kavradı, sadece bunca yol boyu kendini zorlamıştı.


Güzellikler, en güzel zamanlarını aşacak, kahramanlar yollarının sonlarıyla buluşacaktı. Engelli bir generalin bu son ısrarı hem mahzun bir hayranlık hem de iç karartıcı bir ağıt uyandırdı.


Bu ince empati dolayısıyla, göğsünü dolduran öfke bir miktar dağıldı. Onları öfkeyle havaya uçurmadı, sadece onlarla yüzleşti ve ellerini selamlayarak birleştirdi, her ikisine telkinlerde bulunmadan önce, ilk olarak mutlu evlilikleri için ikisini tebrik etti. “Çabuk içeri girin, siz ikiniz. Ying Dükü ve Hanenin Hanımı onlara hürmet göstermeniz için sizi bekliyor.”


Uçan Ejderha Muhafızı’nın özel konumu, edebiyat memurlarına pek alaka göstermemeleri yönünde ısrarcı bir düşkünlükleri olduğu anlamına geliyordu. Yan Xiaohan yalnızca aldırışsız bir tavırla mırıldandı, tüm düşüncelerini Fu Shen’e yöneltti. Fu Shen yetkiliye zahmeti için teşekkür etti, ardından Yan Xiaohan tekerlekli sandalyeyi itmeye gittiğinde kibarca onu uzaklaştırdı. “Bunu yapmana gerek yok.” Dedi Fu Shen düşük bir sesle. “Qingheng ve diğerlerinin buraya gelmesine izin ver.”


Uzun kırmızı halılar tüm yol boyunca girişten ana solana kadar uzanıyordu. Yu Qiaoting tekerlekli sandalyeyi düğün salonuna iterken, Fu Shen ve Yan Xiaohan kırmızı ipek bir kumaşın ucunu tutuyordu. Tüm oda ışıl ışıl aydınlatılmıştı, ejderha ve anka kuşu mumlar her bir yanda yakılmıştı ve davetliler tebrikler sunmak niyetine birbiri ardınca geliyordu. Leydi Qin süslenip püslenmişti, diğer tarafı boşken masanın baş köşesinde mağrurca oturuyordu. Ying Dükü Fu Tingyi, ilk koltuğun aşağısındaki bir boşlukta oturuyordu. Onların geldiklerini işitince, sessiz bir şekilde gözlerini kaldırdı ve Fu Shen’e ilgisiz bir bakış attı.


Leydi Qin birkaç shicen’dir bekliyor olduğu için kıvranıyordu ve şu anda, uzun zamandan beri katlanamamakta liderliği ele almıştı. Şayet evde olsalardı, kuvvetle muhtemel olarak bu noktada dünyayı yerinden oynatacak kadar sövüp sayardı. Ancak bugün resepsiyon Jing Ning Markisi’nin Malikanesinde icra ediliyordu ve Fu ailesinin tüm dostlarıyla meslektaşları ortaya çıkmıştı, bu yüzden hiddetle dişlerini gıcırdatmak ve bu yüksek rütbeli devlet adamlarının karşısında haysiyetini kaybetmemek için erdemli, ağırbaşlı bir havaya bürünmek zorunda kaldı.


Hoş, Fu Shen ve Yan Xiaohan’ı gördüğü gibi derhal sırıtmadan edemedi.


Eskiden olsa, o ve oğlu, Fu Shen’in gölgesi altında yaşarken korkuyla titrerdi, tıpkı Ying Dükü Malikanesinde olduğu gibi. Sadece En Büyük Genç Efendi olarak kabul görüyordu, en genci değil. Şimdi çarkıfelek tersine dönmüştü. Nasıl Fu Shen küstah ve egoist olmaya devam edebilirdi? Sonu bir erkekle evlenmek olmadı mı? Bu vuruş, dişlerini kıracak ve durumunu saklamak için kanı yutmasını sağlayacak, onu Dükün Hanımı’na hürmetler ederek secde etmeye zorlayacaktı!


“Bu çocuk hakikaten insanların rahat içinde olmasını istemiyor. Nasıl kendi düğün gününe geç kalabilirsin? Sahici bir neden olmaksızın bu kadar insanı bir shicen bekleterek, uğurlu saati bile geciktirdin.” Leydi Qin, Fu Shen’i azarlama için sergilediği tüm şov boyunca sandalyesinden ayrılmadı. “Ayrıyeten önceden ahlaksız bir soytarı olmuştun, ancak bundan böyle evli biri olacağın için artık bu kadar dik kafalı olamazsın.” 


Sonra şefkatle konuştuğu, tebaası Yan Xiaohan’a döndü. “Meng’gui, Jingyuan şımarık bir çocuk. Onun münasebetsiz halleriyle pek bir uğraşmak durumunda kalacaksın.”


[Ç.N: Kadının çocukluğuna veriyorum, ama bilin bakalım ne çocukluğuna.]


Kelamları mide bulandırıcıydı. Tüm salon öyle suskunluğa bürünmüştü ki, iğne atsan duyulacaktı. Ying Dükü ev ahalisinin kokuşmuş meselelerini bilmeyen halihazırdaki herkes, sahiden dimdik oturup, kulaklarını dikip ve sırada daha bir çok dramanın geleceğini öngörerek aynı hareket tarzını takip ettiler.


Fu Shen’in surat ifadesi bir anda kötüleşti. Tam patlamak üzereydi ki, birisi omzuna elini koymuş ve kıpırdamaması gerektiğini ifade ederek, hafifçe üzerine bastırmıştı. Yan Xiaohan’ın sesi, başının üzerinden çınladı. “Ağzına sağlık.” Diye yanıtladı sakin sakin. “Eğer ben onunla uğraşmazsam, kim uğraşır?”


Üslubu bir miktar alaycı geliyordu. Her şeyin bu noktaya nasıl geldiğini bir bir birleştirip bir araya getiren herkes, onun bu kararname olarak ayarlanan evlilikten mutsuz olduğuna inanıyordu.


Bir tek Fu Shen, körü körüne gösteriş yapan ve özel alan için aç olan bu konuşmanın ılımlı kısmını duydu. 


Göğsünde yanan öfke bir anda duruldu, dudakları pek de belli olmayan bir şekilde yukarıya kıvrıldı. Yan Xiaohan’ın omzuna yaptığı baskıya ayak uydurdu ve sırtını gevşeterek gösteriyi seyretmek için dikkatini vermeye hazırlandı — şartlar elverseydi, bacak bacak üstüne atmayı dahi düşünmüştü.


Leydi Qin, apaçık Yan Xiaohan’dan çok memnundu. Bittabi Yan Xiaohan’ın Fu Shen’den nefret ettiği ve düşmanımın düşmanı dostumdur mevzusuna inanıyordu, dolayısıyla onun kendisiyle aynı cephede olduğundan kuşkusuz emindi. 


Cana yakın ve cömert bir gülümseme verdi. “Öyle dikilip durma. Çabuk gelip saygı gösterme ritüelinizi yapın, selamlarınız geciktirilemez…” Yan Xiaohan ansızın sözünü kestiğinde daha konuşmayı bitirmemişti. “Bir saniye bekle.”


“Hayırdır?”

“Jingyuan’ın her iki ebeveyni de öldü. Bizim onların anıt tabletlerini selamlamamız lazım. Neden düğün salonunda hiçbirini görmüyorum?”

Leydi Qin afallamıştı. “Bu…”

“Peki sen nereden geldin?” Yan Xiaohan devam etti. “Bu yetkili ve Jing Ning Markisi’nin saygılarını kabul etmek için masanın başında oturma küstahlığın mı var? Hayatının kısa kesilmesinden korkmuyor musun?”

Fu Shen tüm bunları dinlerken onu alkışlamak istedi. Leydi Qin’in yüz rengi kırmızı, beyaz ve yeşil arasında gidip geldi, dudakları ve kol yenlerinin içindeki elleri ikide bir titredi. Yan Xiaohan’ın ona karşı baş kaldıracağını büsbütün beklememişti, ancak gözleri ölümcül bir niyette dolup taşan yüzündeki o gülümseyişe tek bir bakış atmasıyla anında dili tutulur bir halde korkması bir olmuştu.

İşte senin için Uçan Ejderha Muhafızı!

Yan Xiaohan görülen o ki, onun yanıtını bekleyerek saçmalıklarından çoktan usanmıştı. “Gelin. Onu dışarı sürükleyin.” Dedi soğuk bir edayla.

Emri üzerine, iki Uçan Ejderha Muhafızı tezce kalabalığın arasından sıyrıldı, eylemleri o denli hızlıydı ki, provasını yapmışlar gibi görünüyordu. Geldiler, Leydi Qin’i kollarından yakaladılar ve onu koltuğundan asılıp kapıya doğru çektiler.

Leydi Qin en sonunda alarm altında geri kendine gelip, deli gibi mücadele etti ve yüksek sesle bağırdı. Fazlasıyla tecrübeli bir muhafız ağzını doldurup tıkadığı vakit, yalnızca birkaç kelime haykırmıştı.

Boğuk sesi kademe kademe uzaklaştı ve düğün salonunun içi ölüm sessizliğine geri kavuştu. Bütün konukların beti benzi atmıştı, zihinleri epey bir süredir fırtınalar estiriyordu — Uçan Ejderha Muhafızı kötü şöhretlerini hak ediyordu, çünkü bu yöntem çok saldırgandı!

Hadise tez geldi ve bir kıvılcımın yaşam alanına yerleşen toz zerresi kadar tez sonuçlandı. Fu Ya sanki bir rüyadan uyanmış gibi sonunda ayağa fırlayıp Yan Xiaohan’ın yanına koşturduğunda, Leydi Qin epey uzağa sürüklenmişti. “Seni utanmaz haydut!” Diye köpürdü. “Annemi aşağılamaya nasıl cüret edersin!”

İlk olarak ona vurmak için elini kaldırmıştı, bu yüzden Yan Xiaohan onu bir tekmeyle birkaç chi uzağa uçurdu. Ancak o tekmenin ardından, “Peki bu kim?” diye sordu. 

[Ç.N: Dizlerim tutmuyor düşe düşe bir hal oldum…]

Fu Shen ölesiye gülmenin eşiğindeydi. Bir iki tanesi hala iyi kalpli olduğu için, orada oturanlar manzaranın tadını çıkarmıyordu. Fu Ya’nın serseme döndüğünü ve Yan Xiaohan’ın vuruşundan yarım gün boyunca ayağa kalmayacağını görmesi üzerine, biri titreyerek kızgınlığını yatıştırmaya çalıştı. “Bu, Fu’ların En Genç Efendisi ve Marki’nin küçük kardeşi. Onun öz annesi.... ah, az evvelki Madam Qi. Siz zarif bir insansınız, Efendim, kendinizi bir çocuğun seviyesine düşürmeyin.”

Yan Xiaohan “oh”ladı. “Bu yetkili yalnızca Genç Efendi Fu hakkında bir şeyler duydu, bir En Küçük Genç Efendi hakkında hiçbir şey duymadı. Yani onun Jingyuan’ın üvey kardeşi olduğu ortaya çıktı. Ne büyük bir yanlış anlaşılma.”

Fu Ya, onun tamamen samimiyetsiz “ne büyük bir yanlış anlaşılma” sunumunu duyduğunda rahat bir soluğu bırakmayı güç kanaat başarmıştı, ve neredeyse kalbinden doğruca dışarıya kan püskürecekti. Utanç ve öfkeyle gözleri kırmızıya döndü. Eli, yanına düşmüş bir şeye rastladı. Tek bir bakış atmadan ister istemez onu fırlattı ve bağırarak küfür etti. “Sikik zırvaların yetti!”

O anda, gizli silahı Yan Xiaohan’a doğru değil, aşırı gamsızca elini kaldırıp yakalayan Fu Shen’e doğru uçtuğu için, pek de isabetli değildi. Gözlerinin önünde tutmuş, bunun kırılmış bir porselenin parçası olduğunu görmüştü.

Yan Xiaohan bunu bağışlamaya isteksizce tartışmak için tartışmaya devam etti. “Genç Efendi Fu’nun ağzı oldukça fazla bozuk. Eğitilmedin mi…” Kırık porselenin kenarlarından gelen soğuk ışığın parıltısına gözünü dikerek, aşağı bakıp Fu Shen’in elindeki kaseyi gördüğünde, bunun yarısını söylemişti, ve yüzü olduğu gibi karardı.

Dişlerini uğursuzca gıcırdatırken arkasından birkaç chi uzunluğunda katil aura yükseldi. "Demek kan kardeşine sinsice saldırmak için keskin bir nesneyi kullanmaya tenezzül ettin. Hakikaten biraz cesaretin var.”

Diğer kişilerin içlerinden düşünceleri adeta göğüslerinden fırlayacak ve yan Xiaohan’ın yüzüne fırlatacaklardı: Gözlerin açık lakin saçma sapan konuşuyorsun – ağabeyine sinsice saldırmak istemedi, kuşkusuz sana vurmak istiyordu! Gerçeği saptırmanın da bir sınırı olmalı! 

Fu Shen bir eliyle ağzını kapatmış, gülme dürtüsüne karşı koyarak bunu birkaç öksürüğe çevirmişti. Ancak o zaman Yan Xiaohan bir şahsiyet olarak nasıl biri olduğunu hatırladı ve onu yatıştırmak için eğildi. “Kızma… böyle mutlu bir günde bu kadar sıkıntı olmamalıydı. Sen ve ben evli olduğumuzdan ve gezip dolaşmak senin için zor olduğundan dolayı, senin için meseleleri kendi ellerime almam ve bu saygısız, ağzı bozuk kardeşinle ilgilenmem kaçınılmazdır. Karşı koymayacaksın, değil mi, Marki?”

Ses tonu nazik ve candan geliyor olsa da, kelamları apaçık bir tehdidin imasını içeriyordu.

Tam bir oyunculuk sergilemek istemişti. Fu Shen’in suratı mücadelesine ihanet etti. “Ahm…”

“Uçan Ejderha Muhafızı bir hayli yönteme sahip.” Dedi Yan Xiaohan kibarca. “Kan akmayacak. Bu sadece daha büyük taşkınlıkları önlemek için küçük bir ceza olacak.”

Fu Shen bir anlığına muallakta kaldı. “Söylediğin şeyi yap, öyleyse.” Diye yanıtladı kızgın bir halde.

Yan Xiaohan pek bir hoşnut olarak geri doğruldu, ve hazırda bekleyen Uçan Ejderha Muhafızı’na döndü. “Marki’nin söylediklerini duydun mu? En Genç Efendi Fu’yu dışarı götür ve ince bir sopayla birkaç hafif vuruş yap. Sadece hatalarının farkına varıp tövbe etmesine yetecek kadar.”

Uçan Ejderha Muhafızları’nın çalışma usullerine aşina olan Mahkeme yetkilileri, Fu Ya’ya sempatiyle yıkanmış bakışlar atarak ürpermeyle mücadele etmekten kendilerini alamadılar. Ona hatalarının farkına varana değin vuracaklardı, ve bundan önce, onu öldüresiye dövene kadar durmayacaklardı...

Acımasız Uçan Ejderha Muhafızları, Fu Ya’yı kaldırıp dışarı sürüklerdi.

Hoş bir düğün, talihsizliklerle ve durmaksızın ortaya çıkan rahatsızlıklarla dizginsiz bir şeye dönüşmüş, insanların orada oturdukları her anın işkence olduğunu hissetmelerine neden olmuştu. En sefil halde olan Jing Ning Markisi Fu Shen’di, zira gaddar, otoriter Kraliyet Müfettiş Temsilcisi hala daha rahat vermeyi reddediyordu. Yan Xiaohan bariz biçimde, dramatik bir edayla bir şeyler hakkında homurdanıyordu. “‘Her ailenin üstesinden gelmesi gereken meseleleri vardır’, doğrusu… biz daha yenice evlendik ve aklen bu ölçekteki bir kargaşayla uğraşmak zorunda kalacağız… İstikbalde bunun bizi neye bulaştıracağını bilemiyorum…”

Genelde Uçan Ejderha Muhafızı kanunsuz suçlamalar uydurduğu ve krala sadık kullara zarar verdiği zaman, hileleri, tarifsiz miktarlarda kullanırdı. Bu ikisini böylesine gösteriş yaparak, ödül avcılığı yöntemiyle ele aldıktan sonra, “derhal övülmem gerekiyor” diye imada bulunmak için yöntemlerini bile değiştirdiğinden, Yan Xiaohan daha iyisini yaptı.

Fu Shen ona gülümsemeden gözlerini dikti, lakin kalbi yine de kontrolünün ötesine geçerek yumuşadı. “Çabaların için teşekkürler.” Dedi hafifçe. “Ne de becerikli bir eşsin.”

Yan Xiaohan’ın gözlerindeki bakış ansızın uzaklaştı.

Fu Shen, yaptığı laubali takılmanın tetiklediği sonuçlar hakkında hiçbir fikri yoktu. Çok geçmeden, Jing Ning Markisi’nin resepsiyonundaki kriz haberi tez bir şekilde sokaklarda yayıldı, ve dedikodu yoluyla yapılan varsayımlar süreci baştan uca, “Jing Ning Markisi’nin gözleri önünde, melun Uçan Ejderha Muhafızı annesini suistimal etti, küçük kardeşini patakladı ve sonunda da Marki’yi, prensipli bir eş olduğu için şahsını övmeye zorladı” olarak sonuçlandı. 

Ne kadar düşmanca! Akla sığmaz şekilde utanmaz! Mahkeme’nin kan tazısı yine sadık hizmetkara saldırdı!

Gelecek başka zaman gündeme getirilebilir. Şu anda, fiyasko bir son bulduğu için düğün ziyafeti hala devam etmek zorundaydı. Leydi Qin ve oğlu gönderildiğine göre, herkesin bakışları ahenk içinde sağ kalan yegane kişi, mevcut Ying Dükü Fu Tingyi’ye döndü. 

Babası ve iki ağabeyinin aksine, Fu Tingyi çocukluğundan beri zayıf bir yapıya sahip olmuş ve dövüş sanatlarını öğrenebilecek ekime sahip olmamıştı. Gün boyu yaptığı tek şey, odasının kapalı kapısı ardında kitaplara çalışmaktı, fazla bir varlık hissiyatına sahip değildi ve ailesinin geri kalanına da o kadar yakın değildi. Daha sonra, bu ağabeyler birbiri ardına göçüp gittiği ve Ying Dükü Malikanesi umutsuz bir biçimde birinin gelip dizginleri eline almasına ihtiyaç duyduğunda, Fu Shen baskının büyük bir kısmını üstlenerek daha sonra birliklere önderlik etmişti. Bundan sonra Fu Tingyi miskin miskin ayağa kalkıp unvanı miras aldı. Dük’ün Malikanesinden ayrılan Jing Ning Malikanesinin Markisi’nden sonra, bu hayalatten bozma Dük, kendini evinin derinliklerine daha da kapattı ve nadiren dışarı çıktı. Kulaktan dolma bilgiler, onun kendini ölümsüzlük ve simya kultive etmeye kaptırdığını söylüyordu, ki bu tüm Dük Malikanesinin kademe kademe çöküşüyle ilişkiliydi. 

[Ç.N: Evet, “Jing Ning Malikanesi”nin Markisi. Tam olarak böyle çevrildiği için bu şekilde bırakmaktan başka çarem yok. Anlaşılmayan bir şey olursa, sormaktan çekinmeyin.]

Bu büyük ailenin mazide sahip olduğu olağanüstü insanlardan dolayı, bu Üçüncü Efendi’nin dedikodudaki değerlendirmeleri epey sert gibi görünüyordu. Tüm kelamlar, Fu Tingyi’nin kendisi hakkında tek iyi bir şeye sahip olmaması ve yalnızca iyi bir ailede doğmuş olduğuna güvendiği, giydirilip beslenip beslemeyeceği hususunda bir endişesi olmadığı için sadece çatıdaki sızıntıları tıpaması gerektiği hakkındaydı. Yalnızca ölümsüzlük için Tao peşinde koşuyordu değil mi? Belki de bir gün sızıntıyı yamar ve doğruca Cennet’e yükselirdi!

Leydi Qing ne yaparsa yapsın, Fu Shen, daima Üçüncü Amcasına saygı duymuştu. Ortak meselelerle alakadar olmamasına yahut yeteneklerini kasten karanlıkta saklayıp saklamadığı gerçeğine karşın, Dük Malikanesinin bu yıllarda bastırılmış olması Fu Shen'e gerisinde kalan bir istikrar hissi ve endişelenecek daha az şey verdi.

[Ç.N: Yani Fu Tingyi’nin kendini geride tutması bir bakıma FS’in işine gelmiş.]

Yan Xiaohan’a kendisini Fu Tingyi’nin önüne itmesini belirten bir el işareti yaptı ve ardından ona doğru reverans ederken ellerini kaldırdı. “Üçüncü Amca.”

Bugün yeğeninin düğün günüydü, lakin hala bir Taoist cübbesi giyiyordu. Geçtiğimiz yıllarda sık sık oruç tutuyordu ve et yemiyordu, bu ona zayıf bir görünüm veriyordu ve çenesinden aşağı sarkan uzunca sakalıyla hakikaten de ölümsüz bir hissiyat veriyor gibiydi. Bundan önceki büyük karmaşada, başından sonunda kadar tek bir kelam etmemişti, sanki aslında o durumu görmüyormuş gibi seyrediyordu. Kendini yenileme içinde gözlerini kapatmıştı ve Fu Shen ona seslenene değin Taoist kutsal yazılarını kendi kendine ezberden okuyordu, ve ancak o zaman gözlerini hafifçe geri açtı. 

Parlak bir ışık Fu Tingyi’nin gözlerinde birleşti, ses tonlaması kısıldı. “Bana hürmet göstermene lüzum yok. Ebeveynlerinin her ikisinin de hatıra tabletleri evin atalar salonunda. Eğer meyilin varsa, onlara kendi iradenle hürmet etmeye gidebilirsin."

Tam olarak kiminle konuştuğu belli değildi. Kimsenin karşılık vermesini beklemedi, kendi lafı üstüne ayağa kalktı, kol yenlerini savurdu ve havada estirip geçti.

[Ç.N: O sırada Fu Shen: Çevremde psikoloji sağlam tek bir insan yok.]

Bu anda, hatta tüm Uçan Ejderha Muhafızları bile Fu Shen’e baktıkları zaman, içlerinde şefkat barındırıyordu. Onların Kraliyet Müfettiş Temsilci’leri küçükken ailesini kaybetmişti ve yakın akrabası yoktu, ki bu yeterince trajikti. Jing Ning Markisi’nin bütün ailesine gelince… onlar da pek var olmayabilirlerdi.

Şükür ki, Fu Shen çok da umruna almamıştı. O ve Yan Xiaohan zaten büyükleriyle Altın Sahne’de buluşmuştu; geri kalanı dert değildi. Herkes temizce ayrılmak zorunda kalmıştı ve o da uzun bir vakittir ayrılmak istiyordu.

Resepsiyon gecenin geç saatlerine kadar sürdü. Sonuncu konuk da en sonunda gönderildiğinde, Yan Xiaohan Fu Shen’le konuştu. “Hizmetkarların temizlemesi için tüm bunları burada bırak. Evvelden benim Malikaneme kalmaya gidebilirsin.”

Fu Shen’in Marki Malikanesine hiçbir duygu beslemeyeceğini ve davetini reddetmeyeceğini farz etmişti. Beklentilerinin aksine Fu Shen kendi kendine bir süre mırıldandı, sonra onu geri çevirdi. “Hacet yok. Bunu sana daha önce söylemem lazımdı, fakat şimdiye kadar aklımdan çıkmış. Evlendikten sonra, iyileşmek için şehir dışında kırsal bölgedeki bir villaya taşınmayı planlıyordum. Adresi sana daha sonra yazarım. Bir şeye ihtiyacın olursa, beni orada bulabilirsin.”

Yan Xiaohan’ın gözbebekleri hafifçe kısıldı, sesi istifi bozulmamış bir şekilde kaldı. “Daha yeni evlendik lakin ayrı ayrı mı yaşıyoruz? Konuklara az evvelki muamelem yetersiz miydi?”

“Bir sorun yok. Fazla düşünme.” Fu Shen gözlerinin köşesinden kapı tarafına bakış atmak için başını eğdi, sonra sesini düşürdü. “Yanımda Kuzey Yan Ordusu’ndan bir grup getirdim. Hepsi Malikanende kalırsa nasıl görünürdü?”

Yan Xiaohan’ın kalbi azıcık rahatladı ve o kadar da sıkışmadı ama gözlerinin derinliği aşikar bir düş kırıklığı yaydı. “Bir geceliğine olsun kalamaz mısın?”

Fu Shen vicdanının biraz sarsıldığını, nereyse baştan sona kadar eridiğini hissetti. “Benden ayrılmaya bu denli dayanıyor musun?” Diye sordu tebessüm ederek.

İkili, etrafta yanan kırmızı mumlarla düğün odalarında birbirleriyle yumuşak bir tavırla konuştular, biri diğerini itinayla tuzağa çekmeye çalışıyor diğeri ise seve seve ona uyuyordu. Bu apaçık sıradan bir konuşmaydı, ama atmosfer ziyadesiyle hoştu. 

“Geri döndüğün zaman kullanabileceğini düşünerek bir şey hazırlamıştım… ama şimdi görünen o ki, yapmam gerekenden fazlasını yapmışım.” Dedi Yan Xiaohan. 

Yan Xiaohan’ın ağzından çıkan şeylerin ancak yarısının inanılabilir olduğunun ve görünürde gerçek olan yalnızlığıyla üzüntüsünün büyük ihtimalle rol olduğunun gayet farkında olsa da, Fu Shen uzlaşmaya varmaktan kendini alamadı.

“Nasıl nazik dilekler çok fazlasını yapmak olarak yaftalanabilir?” Yan Xiaohan’ın elini tutup dürüst bir şekilde konuştu. “Seni vaktinden önce haberdar etmediğim için kabahat bende. Durum böyle olduğundan, bu gece sana yük olmam gerekecek.”

Yan Xiaohan elini tutan ele bakarak bir anlaşma mırıltısı verdi. “Aradığım şey işte buydu.”

Yan Malikanesinin girişinde asılı olan kan kırmızı feneri görünce, Fu Shen kafası karışmış durumundan uyandı ve Yan Xiaohan’ın Uçan Ejderha Muhafızı’na girmeden önce bir çocuk kaçakçısı olmasının bayağı muhtemel olduğu hissine kapıldı. General Fu muhtemelen bunu beklememişti; Uzun yıllar demir kemikli olmuştu yine de bir aksilikle bile karşılaşmadan fazla temiz bir şekilde teslim olmuştu.

Ön avlunun saçakları altına tekerlekli sandalyesiyle birlikte yerleştirildi. Yan Xiaohan onu yavaş yavaş ileriye itti.

Merkez binanın önüne geldiklerinde durmadılar. Tam Fu Shen ona ilerde merdivenlerin olduğunu hatırlamak üzereydi ki, tekerlekli sandalyenin bir yokuş boyunca sarsıntısız bir biçimde yukarı kaydığını hissetti. 

Şiddetli bir şekilde şok olmuştu.

Nihayet bu konutun öncekiyle kıyaslandığında farklı bölgeleri olduğunu öğrendi; mekandaki tüm merdivenler düz rampalara aşınmıştı ve tüm kapı eşikleri geniş, zemine eşit bir alan bırakmak için sökülmüştü. Tek bir bakışta, evin kolayca yürüyemeyen ve etrafta dolaşmak için tekerlekli sandalye kullanmak zorunda olan biri için özel olarak dekore edildiği söylenebilirdi. 

Evde bir engelle yaşayan sıradan insanlara gelince, tek başına bakım psikolojik ve ruhsal olarak yeterince yorucuydu ve çok azı uygunsuz eşik ve merdivenleri yeniden düzenlemek için yoğun bir çaba altına girmeye istekli olacaktı. Yan Xiaohan bu evliliklerinin yalnızca formalite olduğunu ve Fu Shen’in bu şartlar altında uzun süre kalmayacağını gayet biliyordu, ancak yine de tüm evini tek bir kelam etmeden değiştirdi.

Bütün kalpler etten yetişmiştir. Etkilenmediğini söylemek yalan olurdu.

Saygılarını göstermiş ve sözlerini vermiş olsalar dahi, Fu Shen ve Yan Xiaohan ilk samimi adımlarını güç bela atmışlardı. Hala yollarında yatan sayısız farklılıklar ve gizemler vardı, ve aralarındaki şeyin aslında ne olduğunu hiçbiri açıkça söylemezdi. Bu ilişkiyi sulandıran bir hayli şey vardı ve bu dokunaklılık ve duygusallık parçaları damlayarak denize karışan, önemsiz görünen su damlaları gibiydi.

Önemsiz duygular… bu dereceye ulaşabilir miydi?

Marki Malikanesinin şatafatlı dekorundan farklı olarak, Yan Malikanesi açıkça içten bir biçimde, bütün yönüyle rafine ve hem görkemli hem de huzurluydu. Fu Shen odaların içinde birkaç saksı orkide bile seçmiş, ister istemez Kuzey Yan’da o küçük kasabadaki keşfini anımsamıştı. “Bunca sene geçip gitti, lakin Kardeş Yan hala orkidelere düşkün.” Farkında olmadan dikizlemiş gibi görünüyordu. 

Yan Xiaohan’ın tekerlekli sandalyenin kolçakları üzerindeki eli kavrayışını istemsizce daha da sıkıştırdı, sakin sesi çok geçmeden geldi. “Şayet vakit kısıtlı olmasaydı, senin için ikiz lotuslardan oluşan bir havuz yapmayı da istemiştim.”

Bu sözler Fu Shen’in kalbinin tam içine battı. Bir an için kelime oluşturamadı.

Sanki Yan Xiaohan onu bir tura çıkarıyordu, binanın içinde tekerlekli sandalyeyi bir odadan diğerine itiyor uzun koridorlardan geçiyordu, ta ki yatak odasının dışında bulunan yakın küçük bir odada durana kadar.

Fu Shen buranın ne olduğunu hatırladı. Burası banyoydu.

“İçeri girmek ister misin?” Fu Shen onu sorgulamak için başını kaldırdı. “Banyonun nesi harika?” Sadece bir paravan ve birkaç banyo küveti değil mi——

Yan Xiaohan kapıyı itmek için uzandı.

Kapıya yerleştirilmiş, dağlar, sular ve yeşim taşı rengiyle gölgelendirilmiş, geniş bir resim ekranı vardı, ve onu adımlayarak geçip farklı bir dünyaya girdiler.

Birkaç oda yıkılıp açılmış ve burayı büyük, ferah bir odaya dönüştürmüştü. Tamamıyla boştu, zeminde yeşim basamakların olduğu tam merkezde bulunan geniş bir banyo havuzu dışında başka bir özelliği yoktu. Şu anda ısıtılmış sıcak su yoktu, küvetin yalnızca yarısı berrak suyla doluydu, o kadar berrak ki dibi görülebilirdi - kristal sıvıyı aydınlatan mum ışığı sayesinde, dibinde nilüferlerden ve gerçekçi, canlı renklere sahip yüzen balıklardan oluşan taban kabartması görülebilirdi. 

“Bu…”

Yan Xiaohan onu yakına itti. “Yürüyemezsin, ve birinin yardımı olmadan kayıp düşmen senin için çok kolay. Bu nedenle insanların burayı bir havuza dönüştürmesini sağladım.” Diye açıkladı. “Hala zevkine hitap ediyor mu, Marki?”

Fu Shen birbiri ardına gelen hoş sürprizlerle tokatlanıyordu ve aklını biraz olsun toparlayamıyordu. Banyonun anlamını kavramayı bitirmesini beklemeyerek Yan Xiaohan arkasından çıkıp önüne doğru yürüdü, görüş hatları eşit seviyede olacak şekilde diz çöktü ve elini diğerinin dizine koydu. “Jingyuan, avluyu düzelttim ve şemsiye ağaçları diktim. Şu an olduğu gibi… sadece fenghuang’ın¹ gelmesini bekliyorum.” 

¹Fenghuanglar (namı diğer Çin anka kuşları) eril ejderhanın dişi mudailleridir, (İmparator’a Ejderha iken, İmparatoriçe’ye anda kuşu giysileri giydirilir vesire.) çünkü ejderhalar güçlü, anka kuşları güzel görünür. Öyle olsa da, doğada gösterişli ve renkli kuşların %95’inin erkek olduğunu ve dişi olanların genellikle sade ve kahve tonlarda olduğunu hatırlatmak isterim.

Yalnızca gelmemekle kalmayıp, başka bir yere uçmak isteyen “fenghuang”: “.......”

Birden bire Yan Xiaohan’a şöyle sormak istedi: “Ejderhaları seven Lort Ye” dedikleri şeyin ne olduğunun farkında değil misin? İstediğin Fenghuang olduğum kanısına nasıl varırsın?

²Bir Çin deyimi olan Ejderhaları Seven Lort Ye, bir şeyi görünürde seviyor olmak, içtenlikle sevmemek anlamına gelir. Lort Ye adında biri, ejderhalara bayılırmış, kıyafetlerini onunla süsler, duvarlarını onunla boyar ve bardağına onu işlermiş. Cennetteki ejderha bu lordun ejderhaları nasıl sevdiğini biliyormuş ve ona görünmek için aşağı inmiş. Pencereden bakmış ve kuyruğunu koridora itmiş, ama Lort Ye’nin yüzü gerçek olan ejderhayı görünce solmuş. Kaçmış. Görünüşe göre Lort Ye ejderhaları samimiyetle sevmemiş. Sevdiği şeyler sadece ejderhaya benzeyen şeylerdi.

Lakin, düzleştirilmiş o basamaklar, geniş banyo havuzu ve gözlerindeki samimiyet sahte değildi.

“Bu bir işe yaramaz, Kardeş Yan.” Fu Shen ansızın öne doğru eğildi, belli belirsiz soğuk ve kuru parmak uçlarını, hafifçe gülümserken diğerinin kaşlarının ortasına hafifçe dürttü. “Fenghuang’ın ilgilisi çekmek istiyorsan, Feng Huang’ı Arıyor şarkısını söylemen lazım.” 

³Tek ve dişi bir fenghuang olmadan önce popüler olarak, kuş, erkek feng ve dişi huang olarak ikiye ayrılmıştı. Bu şarkının hikayesine göre, şarkıyı feng söyler ve huang’ın gelip kendisiyle bir olmasını dile getirir.

Yan Xiaohan uzun kaşlarından birini kaldırarak, ona çok net bir ima ile düşünceli bir bakış verdi: Yani epey tecrübelisin? Sen bir kez söyle.

Fu Shen’in gülümseyişi genişledi.

Onları ayıran yalnızca bir pencere kağıdı vardı, fakat bu noktada durmak ve onu yarıp geçmemek için ortak bir anlaşmaya sahiplerdi. Belki de yalnızca bunun içinde bulunanların kesin bir şekilde kavrama yeteneğine sahip olduğu hassas bir dengeydi. Duygular henüz derin olmamış, yeterince doğal bir biçimde bütünleşmemiş olabilirdi, yahut belki ikisinin de olağanüstü bir sabrı vardı, inatla kılıçlarını çarpıştırıyorlar ve içlerindeki gerçek cevapları bulabilmek için sayısız kez deniyorlardı.

Mahkeme onlara bir düğün odasını paylaştırmadığını için, Fu Shen yatak odasında ve Yan Xiaohan yanında ki bir odada uyurken o akşam öncekilerle aynı olmuştu. Bu ters dönmüş ve ev sahibi-misafir ilişkisinin ne ara alışılageldiği net değildi ama Yan Malikanesindeki aşağı yukarı herkes bunun böyle olmasına alışmıştı. Durumları bugüne kadar açıkça belirlenmişti, sadece Fu Shen’in uygun olarak daha yüksek bir seviyeye ulaştığı söylenebilirdi.

İkinci bir düşünce olmadan anlayışlı olmak en ölümcül şeydi. Fu Shen ergenlik çağında Yan Xiaohan’dan acı çekmişti ve hala daha dersini almamış olması utanç vericiydi.

Ertesi sabah tan ağarırken, Yan Malikanesinin iki efendisi, biri giriş kapısını çaldığında derin uykudaydı. Yu Qiaoting dışarıda durmuş, ağırbaşlı görünüyordu. “Rahatsızlık verdiğim için üzgünüm. Önemli bir şeyim var ve Marki’yi derhal görmem gerekiyor.”

Kahya biraz beklemesi için onu karşılama köşküne davet etti. Yan Xiaohan’ın Fu Shen’i iterek odanın dışına çıkarması çok uzun sürmedi. İkisi de iyi görünüyordu ve dün gece çılgınca bir şey yapmış gibi değildiler. Bu sıradan zamanlar olsaydı, Yu Qiaoting muhakkak onunla biraz dalga geçerdi, ama bugün onlarla yüz yüze geldiğinde, Fu Shen’e yemek yiyip yemediğini bile sormadan ilk olarak Yan Xiaohan’la konuştu. “Efendi Yan, General ve benim tartışmamız gereken çok kritik askeri malumatlar var.”

Yan Xiaohan ihtiyatlı bir anlayış gösterdi, “az ama öz” bir tabirde bulunup daha sonra insanlara kahvaltıyı hazırlatmaya gitti.

Fu Shen, “Ne oldu?” diye sordu.

Yu Qiaoting avuç içi büyüklüğünde tahta bir kutu ortaya çıkardı ve ona iki eliyle uzattı. “Dün bir geceliğine Marki Malikanesinde kaldım ve bu sabah erkenden bir hizmetkar gelip beni buldu, ve tebrik armağanlarının envanterini çıkardıklarında bu şeyi bulduklarını söyledi.”

Fu Shen kutunun kapağındaki şahin totemini gördüğü vakit anında anladı. “Zhe klanından bir şey mi?”

“İçine bak.”

Kutu hileli değildi. Fu Shen kilidi açar açar açmaz kapağı kaldırdı, ve kanın pis kokusu yüzüne çarparak kaşlarını çatmasını sağladı. “...Bu ne böyle?”

Kutu incilerle doluydu, yumuşak bir parıltıyla tombul ve yuvarlak, bir avuç kadarlardı. Fu Shen değerli taşlara düşkün değildi, ancak sınıra tayin edildiği ve feodal lortların yıllık haraçlarını sık sık teftiş ettiğinden beri, bu incilerin tümünün neredeyse haraç sınıfında olduğunu tek bakışta söyleyebilirdi.

Bu birinci sınıf inciler, Zhe kavminin bir araya geldiği Kuzeydoğuda üretildi, böylece adları Doğu İncileri şeklinde verildi – aşırı derecede kıymetlilerdi. Lakin, Fu Shen’in tuttuğu kutuda, sözde inek sütü kadar beyaz olması gereken bu Doğu İncileri aksine kandan çıkarılmış gibi görünüyordu, zira üzerlerini kan lekeleri kirleterek, onları olağanüstü biçimde tuhaf ve uğursuz şekilde boyuyordu. 

“Bunu kimin gönderdiğini buldun mu?” Bu şey korkutucu değildi, sadece otomatik bir tepkiydi. “Herhangi bir isim kartı yahut hiçbir belge yok mu?”

Yu Qiaoting başını salladı. “Dün bir hayli kart alındı. Bir tane olabilir, ama bulmak uzun vakit alacaktır.” 

Fu Shen kutuyu öylesine geri kapattı ve soğuk bir şekilde küçümserken Yu Qiaoting’e verdi. “Sadece esrarengiz olma çabaları. Sekiz yüz yıl geçti, yine de bu aynı, eski şeyler sahneleniyor. Buna hiçbir aldırış vermeye gerek yok, muhtemelen bir avuç işkembe benim evlenmemi izliyor ve bunalıma ekleme yapmak için kasten bunu gönderiyor. Şunu uzağa götür ve icabına bak, Yan Xiaohan’ın bilmesine izin verme.”

Her zaman olduğu gibi aklı başındaydı, bu da Yu Qiaoting’i biraz rahatlattı, yine de hala biraz endişeli hissediyordu. Kutuyu aldı ve uzağa koydu. “Ayarladığım şeyin düzenlemesi bitti mi?” Diye sordu Fu Shen. 

“Emin olabilirsin General. Bugün malikaneye gidecek misin?”

Fu Shen biraz mırıldandı, giderse Yan Xiaohan’ın mutsuz olacağından endişelendi, ama planları hakkında düşündükten sonra, bunu yapmaktan başka şansı yoktu. En nihayetinde başını sallayarak yanıtladı. “Hazırlıkları yapın. Bugün oraya gideceğim.”

Kimsenin buradaki iki Kuzey Yan insanını rahatsız etmesine izin verilmedi ve oradaki Yan Xiaohan da kahvaltı yapamadı. Yu Qiaoting’in gelişin üzerinden fazla geçmemişti ki, Uçan Ejderha Muhafızı’ndan bir öncü, onu bulmak için alelacele kapıdan girdi. “Efendim, Dün gece Zuoning İlçesi, Doğu Çiçeği Köyü’nden birisi bir kuyudan başsız bir ceset çıkardı. Vaka, Shuntian Ofisi’ne bildirilip kimlik tespiti yapıldı, ve bedenin birkaç gün evvel kaybolan Sağ Altın Karga Muhafızı Generali, Mu Boxiu olduğu saptandı.”

⁴东旺 – “doğu güzelleşmesi (çiçeklenmesi)”

Yaklaşık yarım ay evvel tam da yeni yıl başlarında General Mu Boxiu birden bire arkasında hiçbir iz bırakmadan ortadan kayboldu. Aniden ayrılmıştı ama tamamıyla hazırlıksız gitmiş gibi görünüyordu. Onu açıkça belirlemek için kullanılabilecek her şey geride bırakılmıştı, sadece birkaç eski kıyafet ve şahsına ait olan bir miktar gümüş ve altın alınmıştı. Öyle ki, ailesi meslektaşlarıyla içki içmek için dışarı çıktığını düşünmüştü, ancak birkaç gün sonra geri dönmediğini gördüklerinde yetkili makamlara bildirmek için feryat etmeye gittiler.

İlk başta dava hiç de göze batmamıştı, yalnızca Shuntian Ofisi tarafından araştırılıyordu. Bir Mahkeme yetkilisinin karıştığı hadise dolayısıyla, mevzu Uçan Ejderha Muhafızı’na da bildirilmişti ve Yan Xiaohan baktıktan sonra bir kenara koyuldu. Hiç kimse, bu güçlü yapılı Altın Karga Muhafızı’nın soyulduğuna yahut canını kurtarmak için birinden kaçtığına inanmamıştı. Belki de yanında birini tutuyordu ve o kadar zevke kapılmıştı ki, sorumluluklarını unutmuştu, bundan dolayı eve dönmekte geç kalmıştı. 

Ancak, bugün, Mu Boxiu’nun başsız bedeni başkentin kenar mahallelerinde bulunan bir köydeki kuru bir kuyudan çıkarılmıştı.

Kayıp bir kişinin davasının ağırlığına karşı bir Mahkeme yetkilisinin başına gelen cinayet davasının ağırlığı tamamıyla kıyaslanamazdı.

“Kafa bulundu mu?” Yan Xiaohan sordu.

“Henüz değil,” diye yanıtladı öncü. “Yerel yetkililer köyü çoktan mühürledi ve tüm insan güçlerini onu aramak için kullanıyorlar.”

“Shuntian Ofisi’nin dosyalarını inceleyin ve ailesinin son üç neslini ayrıntılarıyla ortaya çıkarın. Derhal saraya gidiyorum. Jiang Shu’nun gözcülük yapması için iki kişiyi köye göndermesini sağla - kimlikleri açığa çıkmayacak, sadece gizlice araştırmaları gerekiyor. Bu mevzu Güney Ofisi’ni kapsadığını için, Majesteleri Uçan Ejderha Muhafızı’nın müdahale etmesine izin vermeyebilir.”

Öncü emirleri kabul etti ve ayrıldı. Yan Xiaohan’ın acilen saraya gitmesi lazımdı, bu yüzden doğru dürüst yemek yiyemedi ve çabucak kıyafetlerini değiştirmeye gitmeden önce hamur işi şeylerden birkaç ısırık aldı. O hazırlanmayı bitirdiğinde, Fu Shen ve Yu Qiaoting de konuşmalarını bitmişti. “Dışarı mı çıkıyorsun?” Fu Shen onun kılık kıyafetini görünce hayret ederek sordu. 

“Resmi iş,” diye az ve öz bir şekilde izah etti Yan Xiaohan, ardından eğildi ve ona hafifçe sarıldı, hızlı ve sessizce kulağına tembihlemeler fısıldadı. “Bugün ayrılmak zorunda olduğunu biliyorum. Dışarıda kahvaltı hazır - yemeği bitirdikten sonra git, ve yolda dikkatli ol. Gözüne çarpan herhangi bir şeyi eve getirmekten çekinme. Bugün seni şahsen yolcu edemediğim için üzgünüm. Bu şeylerle uğraşmayı bitirir bitirmez seni görmeye geleceğim.” 

Fu Shen iç çekerek nazikçe omzunun üzerini patpatladı. “Yapacak hiçbir resmi işin olduğunu sanmıyorum. Bence bagaja saklanacak ve beni takip edeceksin.”

İkili aynı anda güldü. Yan Xiaohan doğrulup, Yu Qiaoting’e selamlamayla ellerini birleştirdi. “Bana müsaade. Jingyuan’la ilgilenmeye verdiğiniz zahmetler için teşekkürler, General.”

General Yu, tokmuş gibi görünüyordu ve daha kahvaltı yapmamıştı. “Çok naziksin, çok naziksin,” dedi afallamışça.

Yılan’ın kuyruğunun ucunda, başkentin eteklerinde, Eversong Dağı’nın yamacındaki şatonun girişinde bir at arabası durdu.

⁵Yılan saati; 09.00 - 11.00 arası, kuyruğunun ucu olduğuna göre saat 10.30 - 11.00 civarları.

Giriş yolundan bakıldığında şato sıradan bir dağ villasından farklı değildi, münzevi bir ortamda normal tepeler ve su kütleleriyle çevriliydi. Lakin, bu kapıdan geçip içeri adım atınca, uğursuz, melankolik kanlı bir ölüm aurası anında duyularınıza hücum ediyordu. Malikanenin içi silahlı devriye gezen Kuzey Yan askerleriyle dolduydu, gece gündüz tetikte bekliyorlar, iyi bir mekanı demir bir baril kadar geçilmez Kuzey Yan kışlasına çeviriyorlardı.

Bu defa Fu Shen ile birlikte başkente geri dönen bu kimseler, Yu Qiaoting’in yanında Hekim Du Leng ve Xiao Xun’un başı çektiği kişisel korumalardı. Sözde, onu düğününe yolcu etmeye gelmiş gibi rol yaptılar, aslına bakıldığında ise, hepsi bu villayı gözlemek için gelmişti.

Fu Shen tekerlekli sandalyesinde oturuyordu ve Yu Qiaoting tarafından arka avluya itildi. Xiao Xun gizli bir kapıyı açarak, karanlık ve rutubetli bir tünel ortaya çıkardı.

Xiao Xun ve Yu Qiaoting sağında ve solunda bulunurken, ikili Fu Shen’in tekerlekli sandalyesini kaldırdılar ve uzun taş basamaklardan aşağı indiler.

Kaya duvarlardaki kandiller teker teker yakıldı, parlaklık tünelin en derin kısmına uzanana kadar kademe kademe yayılmış, korkutucu ve tüyler ürpertici bir sahne parlamıştı. 

Orada bir hapishane vardı, üç tarafı taş, geriye kalan tek tarafı demir parmaklıklarla çevriliydi. Dondurucu, nemli zeminin üzerine, küflenmiş pirinç samanı serilmişti. Darmadağınık bir figür bir köşeye büzülmüş, yüzünü kapatan elleriyle yalnızca beyaz bir iç cübbe giyiyordu, aniden peyda olan ışıklar gözlerini sızlatıyor ve kişiyi onları açamaz duruma sokuyordu.

Tekerlekli sandalye zeminde kaydı, hafif ayak sesleri eşliğinde uğultulu bir ses çıkardı. Yaklaştılar da yaklaştılar, en sonunda demir parmaklıkların önünde durdular.

“Nasıl gidiyor? Henüz burada yaşamaya alıştın mı?”

Bir adamın düşük, manyetik, neşeli sesi hapishanede yankılandı, ne hızlı ya da yavaş, ne de uğursuz bir nitelikteydi, ama köşedeki mahkumun sanki zehirli bir iğne sokulmuş gibi davranmasına ve canlı bir balık gibi hoplamasına neden olmuştu.

Dişleri takırdıyor, aklını yitirecek kadar korkmuş gibi görünüyordu. “...Sen misin?” Diye ürperdi. 

“Mn, benim.” Fu Shen hareketsiz ve epey düz bir şekilde oturuyordu, ses tonu nazikti. “Uzun zaman oldu. General Mu hala beni hatırlıyormuş gibi görünüyor.”

“Hayır, bu doğru değil. Şöyle desem daha uygun olur, ‘Sağ Altın Karga Muhafızı merhum eski General’i, Mu Boxiu’.”

----------

Bölümün sonu.

Oy verip yorum yapmayı unutmayın.

Of çok uzundu… Gerçekten hiç kontrol etmedim ama, inşallah bunun gibi uzun bölümler yoktur… Edit: Varmış Allah’ım yaa ( ・ั﹏・ั)

Selam~ Uzuun bir aradan sonra geri döndüm. Nasılsınız iyi misiniz? 

Artık aynı şekil devam edecez ama bölümler muhtemelen haftada bir gelecek çünkü kelime sayısı gitgide artıyor... Bir oturuşta çevirdiğim bölümleri çok özleyeceğim anlaşılan... Neyse :D

Herhangi bir çeviri yahut yazım hatasını bana bildirmekten çekinmeyin!

Keyifli okumalar.


-------------


Alacakaranlık kafes pencereleri tırmandı, gökyüzü donuklaştı ve duvardaki sararmış resimler sınırsız loşluk tarafından gizlendi. Yan Xiaohan ve Fu Shen birlikte içtiler, sonuncu töreni de tamamladılar, ardından Fu atalarının portrelerine eğilerek derin bir selam verdiler, döndüler ve Altın Sahne’den çıktılar.


Bu ciddi ve hüzünlü ritüeller silsilesi zaten pek şenlikli olmayan ortamı daha da kasvetle süsledi. Yan Xiaohan, Fu Shen’nin atına çıkmasına yardım etmiş, havayı yumuşatmaya çalışmıştı. “Bundan sonra, Marki Malikanesine geri dönmeliyiz. Cennet ve yeryüzüne saygılarımızı sunduk, ve halen geri dönüp İmparatora lütfu için hürmetlerimizi sunmamız icap ediyor. İkimizin bir iz bırakmadan kaçmasıyla, Ayinler Bakanlığının beyefendilerinin hepsinin bizi ölesiye boğazlamayı düşündüğünden korkuyorum.”


“Bırak gelsinler.” Diye yanıtladı Fu Shen miskin miskin. “Tek elle on tanesiyle savaşabilirim.”


Törene katılan Kuzey Yan Demir Süvarileri adamları kahkahalarla kükrediler, gürleyen ateşe barut eklemekte gayet iyi davrandılar. Yan Xiaohan’ın gülümsemekten ve başını sallamaktan başka seçeneği yoktu. Fu Shen’in yanında sürmek için kendi atına atladı. Eş eskort alayı ve Kuzey Yan Ordusu büyük bir atlı insan topluluğu şeklinde birleştiler, ve etkileyici bir görüntüyle başkente doğru koşturdular.


Şehrin tümü bugünün Yan-Fu düğün günü olduğunu biliyordu. Haddi hesabı olmayan sayıda insan bunu görmeyi ümit ediyordu, hatta bazıları coşkuyu izlemek için sokağa koşuyordu. Şafak vaktinden alacakaranlığa değin fark edilebilir tek bir hareketlilik olmamıştı – tavadaki karıncalar gibi endişelendiler, diller dedikoduyla sallanıyordu. Yuantai İmparatoru sarayda haberleri bekliyordu, insanları Marki Malikanesine çoktan üç defa yollamıştı. Ayinler Bakanlığından gelen beyefendi endişe ve sinir yüzünden zihinsel olarak saldırıya maruz kaldı ve iki kez baygınlık geçirdi; hiçbir şey söylememesine rağmen, kamusal yaşamdan emekli olduğunu bildirmekten başka bir şeyi istemiyordu.


Tam da Marki Malikanesi ve iç saray hepten bir kargaşayla ayağa kalkarken, başkentin kuzey kapıları ansızın ardına kadar açıldı ve göz alıcı kırmızı kıyafetler giyen iki binici kapının kulesinin uzun ve karanlık gölgelerinden dörtnala çıktılar, sanki nihayet ufukta batmanın eşiğinde olan güneşten fırlayan parlak alevlermiş misali. Cübbeleri rüzgarda dalga dalga uçuşarak, alacakaranlıkla örtülmüş loş ışıklı eski sokaklardan uçup geçtiler.


Son derece dizginlenemez bir özgüvene, göze çarpan bir karizmaya sahiptiler.


Kalabalığın içinden birden bire bir tezahürat patladı. Kimin başlattığı bilinmiyordu, ancak vatandaşlar beraberlerinde fenerler taşıdılar sokağa. Bir ışık diğerini takiben geldi, ardından yüz, bine dönüştü ve ağır ağır, yukarıda Samanyolu’nun soluk görünmesini sağlayan fazlasıyla görkemli bir şekilde parlayan, uzun bir nehirde birbirlerine bağlanmaya gittiler. İkili atlarını sürerek geçerken, oradaki sayısız halk kırmızı çiçekler fırlatıyor, ahenk içinde bağırıyordu.


“Yeni evlenen Komutan Fu’ya tebrikler!”


“Generalin mesut bir evliliği olsun!”


“Marki güvende ve sağlıklı olsun, ebedi iyi talih ile birlikte!”


Kan kızılı çiçekler yağmur damlaları gibi düştü, her bir dalgada bağırışlar da yükseldi, ta ki, nihayetinde hepsi şehir çapında bir cümbüşe dönüşene değin. Yalnızca Fu Shen değil, Yan Xiaohan bile böylesine görkemli bir manzara olmasını beklemiyordu.


Buz ve kardan oluşan bir dünyadan yükselen deliklerle dolu bir kalp, sanki değerli bir şeymiş gibi… o anın verdiği hissiyatın tarifi zordu. Fu Shen bir an için etkilenmişti; Yan Xiaohan’ın görüş açısından ise, kısa bir anlığına gözleri dolmuş gibiydi.


Atları hızlarını yavaşlattı, grup nihayetinde Bahar Barışı Köprüsü'nün başında durdu. 


Köprünün hem üstünde hem de altında parlak fenerler tutan insanlar vardı, sınırsız akşam ışığında baştan uca görülen sayısız ateş böceklerinin tıpatıp aynısıydılar. Fu Shen atının sırtında muntazam bir düzgünlükte oturdu, bir elini kıyafetlerine çekidüzen vermek için kullandı ve az sonra ana caddede ki bütün seyircilere dönerek, sessiz ve ağırbaşlı bir selamlama sergiledi.


Yüreğinde dillendirecek binlerce şey vardı, lakin yalnızca kısa bir kelam etti, her bir kelime işitilebilecek bir şekilde zemine düştü.


“Bu Fu adlı kişi mahcup oluyor.”


[Ç.N: Awww UwU]


O zamandan bu yana o kadar duyguyla boğazı düğümlenmişti ki, sesi sertleşmişti. Fu ailesinin üç neslinin katkıları; tarihin yıllıklarına kazınmış, kitabelere oyunmuş, yurdun dört bir köşesinde herkesçe biliniyordu - güzel övgüleri işitmek Fu Shen’in kulaklarını kozalamıştı. Bir vakitler ağzına kadar övünçle dolmuştu, şahsından bir hayli memnundu; ne zaman ki İmparator artık işe yaramadığında derhal onu uzağa itti, o da derhal içinde bir hınç beslemişti; eylediği büyük hizmetin, tüm alemi zatına borçlu kılmaya layık olduğunu hissediyordu.


Lakin “halkın iradesi”nin ne olduğunu gerçekten öğrendiği vakit, bütün kibri yok oldu ve dünyanın kapsamı içindeki bir toz zerresi kadar önemsiz, dayanılmaz bir utanç hisseti.


Yabancı saldırganlar henüz bastırılmamıştı. Vatan henüz sulha ermemişti. O, Fu Shen, hangi erdemleri ve yetenekleri yapmıştı ki, hafızasına gömülmüş böylesine çok insanın takdirini kazanmaya değer olacaktı?


Başkaları anlamazdı, ancak o, “vazifeyi” üstlenmeye gönüllü olmasının büyük ölçüde bir bölümünün, Fu ailesinin bir parçası olduğu için olduğunu pekala biliyordu ve atalarının askeri şanının azalmasına müsaade edemezdi; diğeri, daha küçük olan bölüm ise, dediğim dedik olması ve teslim olmayacağıydı, omuzlarına bastıran binbir türlü sinsi yükle, dişlerini gıcırdatır ve sebatla taşımaya devam ederdi. “Ahlak” hususuna gelince, bu esasında çok minik bir kısmı kaplıyordu, ve kendi çevresiyle uyumsuzdu bu oluşum. Sanki tek başına bir mumun ateşini korumak için yorgunluk nedir bilmeden başında nöbet tutuyormuş gibiydi, böylece esen rüzgardan yahut yağan yağmurdan kazara sönüvermeyecekti. 


Lakin bu gece, aniden, bu ışığı inatla savunanın yalnızca kendisi olmadığını keşfetti.


Sayısız ışıklar yakılıyor, dualar ediliyor, çiçek yağmuru düşüyordu. Sanki, en nihayetinde bu sonu gelmez yola devam etmek için cesaret ve inanç bulmuştu.


Fu Shen’in omzuna sıcak ve güçlü bir el kondu, moral verir bir edayla sıktı, adeta sırtı sağlam bir duvara yaslamış gibi görünüyordu. Yan Xiaohan yakına eğildi, sesi kısıktı. “Geç oluyor. Haydi gidelim.”


Fu Shen bilinçsizce başını salladı. Birden bire bir şeyi yakalamak için elini kaldırdı, sonra gelişigüzel bir biçimde diğerinin yakasına tıkıştırdı. Yan Xiaohan tepki verene kadar Fu Shen dizginleri kapmış ve devam etmesi için atını ileri sürmüştü.


Etrafa güzel bir koku yayıldı. Yan Xiaohan aşağı baktı, sonra hemencecik şoka girmiş bir halde bakakaldı.


Bu ikiz lotustu.


Jing Ning Markisinin Malikanesi.


Herkes sabırsızlık içindeydi ve endişeyle bekliyordu, fakat hepsi bu iki yaşayan efsanenin geri geleceğini ümit ediyordu. Tam da Ayinler Bakanlığı’ndan yetkilinin gözüne Fu Shen’in at sırtında olduğu iliştiğinde, irkilip az kalsın “sakat değil misin, Marki?” sorusunu ağzından kaçırıyordu. Neyse ki, bir sonraki an Yan Xiaohan şahsen attan inmesine yardım etti ve onu tekerlekli sandalyesine yerleştirdi; ondan sonra Fu Shen’in hiç de iyileşmediğini kavradı, sadece bunca yol boyu kendini zorlamıştı.


Güzellikler, en güzel zamanlarını aşacak, kahramanlar yollarının sonlarıyla buluşacaktı. Engelli bir generalin bu son ısrarı hem mahzun bir hayranlık hem de iç karartıcı bir ağıt uyandırdı.


Bu ince empati dolayısıyla, göğsünü dolduran öfke bir miktar dağıldı. Onları öfkeyle havaya uçurmadı, sadece onlarla yüzleşti ve ellerini selamlayarak birleştirdi, her ikisine telkinlerde bulunmadan önce, ilk olarak mutlu evlilikleri için ikisini tebrik etti. “Çabuk içeri girin, siz ikiniz. Ying Dükü ve Hanenin Hanımı onlara hürmet göstermeniz için sizi bekliyor.”


Uçan Ejderha Muhafızının özel konumu, edebiyat memurlarına pek alaka göstermemeleri yönünde ısrarcı bir düşkünlükleri olduğu anlamına geliyordu. Yan Xiaohan yalnızca aldırışsız bir tavırla mırıldandı, tüm düşüncelerini Fu Shen’e yöneltti. Fu Shen yetkiliye zahmeti için teşekkür etti, ardından Yan Xiaohan tekerlekli sandalyeyi itmeye gittiğinde kibarca onu uzaklaştırdı. “Bunu yapmana gerek yok.” Dedi Fu Shen düşük bir sesle. “Qingheng ve diğerlerinin buraya gelmesine izin ver.”


Uzun kırmızı halılar tüm yol boyunca girişten ana solana kadar uzanıyordu. Yu Qiaoting tekerlekli sandalyeyi düğün salonuna iterken, Fu Shen ve Yan Xiaohan kırmızı ipek bir kumaşın ucunu tutuyordu. Tüm oda ışıl ışıl aydınlatılmıştı, ejderha ve anka kuşu mumlar her bir yanda yakılmıştı ve davetliler tebrikler sunmak niyetine birbiri ardınca geliyordu. Leydi Qin süslenip püslenmişti, diğer tarafı boşken masanın baş köşesinde mağrurca oturuyordu. Ying Dükü Fu Tingyi, ilk koltuğun aşağısındaki bir boşlukta oturuyordu. Onların geldiklerini işitince, sessiz bir şekilde gözlerini kaldırdı ve Fu Shen’e ilgisiz bir bakış attı.


Leydi Qin birkaç shicen’dir bekliyor olduğu için kıvranıyordu ve şu anda, uzun zamandan beri katlanamamakta liderliği ele almıştı. Şayet evde olsalardı, kuvvetle muhtemel olarak bu noktada dünyayı yerinden oynatacak kadar sövüp sayardı. Ancak bugün resepsiyon Jing Ning Markisinin Malikanesinde icra ediliyordu ve Fu ailesinin tüm dostlarıyla meslektaşları ortaya çıkmıştı, bu yüzden hiddetle dişlerini gıcırdatmak ve bu yüksek rütbeli devlet adamlarının karşısında haysiyetini kaybetmemek için erdemli, ağırbaşlı bir havaya bürünmek zorunda kaldı.


Hoş, Fu Shen ve Yan Xiaohan’ı gördüğü gibi derhal sırıtmadan edemedi.


Eskiden olsa, o ve oğlu, Fu Shen’in gölgesi altında yaşarken korkuyla titrerdi, tıpkı Ying Dükü Malikanesinde olduğu gibi. Sadece En Büyük Genç Efendi olarak kabul görüyordu, en genci değil. Şimdi çarkıfelek tersine dönmüştü. Nasıl Fu Shen küstah ve egoist olmaya devam edebilirdi? Sonu bir erkekle evlenmek olmadı mı? Bu vuruş, dişlerini kıracak ve durumunu saklamak için kanı yutmasını sağlayacak, onu Dükün Hanımı’na hürmetler ederek secde etmeye zorlayacaktı!


“Bu çocuk hakikaten insanların rahat içinde olmasını istemiyor. Nasıl kendi düğün gününe geç kalabilirsin? Sahici bir neden olmaksızın bu kadar insanı bir shicen bekleterek, uğurlu saati bile geciktirdin.” Leydi Qin, Fu Shen’i azarlama için sergilediği tüm şov boyunca sandalyesinden ayrılmadı. “Ayrıyeten önceden ahlaksız bir soytarı olmuştun, ancak bundan böyle evli biri olacağın için artık bu kadar dik kafalı olamazsın.” 


Sonra şefkatle konuştuğu, tebaası Yan Xiaohan’a döndü. “Meng’gui, Jingyuan şımarık bir çocuk. Onun münasebetsiz halleriyle pek bir uğraşmak durumunda kalacaksın.”


[Ç.N: Kadının çocukluğuna veriyorum, ama bilin bakalım ne çocukluğuna.]


Kelamları mide bulandırıcıydı. Tüm salon öyle suskunluğa bürünmüştü ki, iğne atsan duyulacaktı. Ying Dükü ev ahalisinin kokuşmuş meselelerini bilmeyen halihazırdaki herkes, sahiden dimdik oturup, kulaklarını dikip ve sırada daha bir çok dramanın geleceğini öngörerek aynı hareket tarzını takip ettiler.


Fu Shen’in surat ifadesi bir anda kötüleşti. Tam patlamak üzereydi ki, birisi omzuna elini koymuş ve kıpırdamaması gerektiğini ifade ederek, hafifçe üzerine bastırmıştı. Yan Xiaohan’ın sesi, başının üzerinden çınladı. “Ağzına sağlık.” Diye yanıtladı sakin sakin. “Eğer ben onunla uğraşmazsam, kim uğraşır?”


Üslubu bir miktar alaycı geliyordu. Her şeyin bu noktaya nasıl geldiğini bir bir birleştirip bir araya getiren herkes, onun bu kararname olarak ayarlanan evlilikten mutsuz olduğuna inanıyordu.


Bir tek Fu Shen, körü körüne gösteriş yapan ve özel alan için aç olan bu konuşmanın ılımlı kısmını duydu. 


Göğsünde yanan öfke bir anda duruldu, dudakları pek de belli olmayan bir şekilde yukarıya kıvrıldı. Yan Xiaohan’ın omzuna yaptığı baskıya ayak uydurdu ve sırtını gevşeterek gösteriyi seyretmek için dikkatini vermeye hazırlandı — şartlar elverseydi, bacak bacak üstüne atmayı dahi düşünmüştü.


Leydi Qin, apaçık Yan Xiaohan’dan çok memnundu. Bittabi Yan Xiaohan’ın Fu Shen’den nefret ettiği ve düşmanımın düşmanı dostumdur mevzusuna inanıyordu, dolayısıyla onun kendisiyle aynı cephede olduğundan kuşkusuz emindi. 


Cana yakın ve cömert bir gülümseme verdi. “Öyle dikilip durma. Çabuk gelip saygı gösterme ritüelinizi yapın, selamlarınız geciktirilemez…” Yan Xiaohan ansızın sözünü kestiğinde daha konuşmayı bitirmemişti. “Bir saniye bekle.”


“Hayırdır?”

“Jingyuan’ın her iki ebeveyni de öldü. Bizim onların anıt tabletlerini selamlamamız lazım. Neden düğün salonunda hiçbirini görmüyorum?”

Leydi Qin afallamıştı. “Bu…”

“Peki sen nereden geldin?” Yan Xiaohan devam etti. “Bu yetkili ve Jing Ning Markisinin saygılarını kabul etmek için masanın başında oturma küstahlığın mı var? Hayatının kısa kesilmesinden korkmuyor musun?”

Fu Shen tüm bunları dinlerken onu alkışlamak istedi. Leydi Qin’in yüz rengi kırmızı, beyaz ve yeşil arasında gidip geldi, dudakları ve kol yenlerinin içindeki elleri ikide bir titredi. Yan Xiaohan’ın ona karşı baş kaldıracağını büsbütün beklememişti, ancak gözleri ölümcül bir niyette dolup taşan yüzündeki o gülümseyişe tek bir bakış atmasıyla anında dili tutulur bir halde korkması bir olmuştu.

İşte senin için Uçan Ejderha Muhafızı!

Yan Xiaohan görülen o ki, onun yanıtını bekleyerek saçmalıklarından çoktan usanmıştı. “Gelin. Onu dışarı sürükleyin.” Dedi soğuk bir edayla.

Emri üzerine, iki Uçan Ejderha Muhafızı tezce kalabalığın arasından sıyrıldı, eylemleri o denli hızlıydı ki, provasını yapmışlar gibi görünüyordu. Geldiler, Leydi Qin’i kollarından yakaladılar ve onu koltuğundan asılıp kapıya doğru çektiler.

Leydi Qin en sonunda alarm altında geri kendine gelip, deli gibi mücadele etti ve yüksek sesle bağırdı. Fazlasıyla tecrübeli bir muhafız ağzını doldurup tıkadığı vakit, yalnızca birkaç kelime haykırmıştı.

Boğuk sesi kademe kademe uzaklaştı ve düğün salonunun içi ölüm sessizliğine geri kavuştu. Bütün konukların beti benzi atmıştı, zihinleri epey bir süredir fırtınalar estiriyordu — Uçan Ejderha Muhafızı kötü şöhretlerini hak ediyordu, çünkü bu yöntem çok saldırgandı!

Hadise tez geldi ve bir kıvılcımın yaşam alanına yerleşen toz zerresi kadar tez sonuçlandı. Fu Ya sanki bir rüyadan uyanmış gibi sonunda ayağa fırlayıp Yan Xiaohan’ın yanına koşturduğunda, Leydi Qin epey uzağa sürüklenmişti. “Seni utanmaz haydut!” Diye köpürdü. “Annemi aşağılamaya nasıl cüret edersin!”

İlk olarak ona vurmak için elini kaldırmıştı, bu yüzden Yan Xiaohan onu bir tekmeyle birkaç chi uzağa uçurdu. Ancak o tekmenin ardından, “Peki bu kim?” diye sordu. 

[Ç.N: Dizlerim tutmuyor düşe düşe bir hal oldum…]

Fu Shen ölesiye gülmenin eşiğindeydi. Bir iki tanesi hala iyi kalpli olduğu için, orada oturanlar manzaranın tadını çıkarmıyordu. Fu Ya’nın serseme döndüğünü ve Yan Xiaohan’ın vuruşundan yarım gün boyunca ayağa kalmayacağını görmesi üzerine, biri titreyerek kızgınlığını yatıştırmaya çalıştı. “Bu, Fu’ların En Genç Efendisi ve Markinin küçük kardeşi. Onun öz annesi.... ah, az evvelki Madam Qi. Siz zarif bir insansınız, Efendim, kendinizi bir çocuğun seviyesine düşürmeyin.”

Yan Xiaohan “oh”ladı. “Bu yetkili yalnızca Genç Efendi Fu hakkında bir şeyler duydu, bir En Küçük Genç Efendi hakkında hiçbir şey duymadı. Yani onun Jingyuan’ın üvey kardeşi olduğu ortaya çıktı. Ne büyük bir yanlış anlaşılma.”

Fu Ya, onun tamamen samimiyetsiz “ne büyük bir yanlış anlaşılma” sunumunu duyduğunda rahat bir soluğu bırakmayı güç kanaat başarmıştı, ve neredeyse kalbinden doğruca dışarıya kan püskürecekti. Utanç ve öfkeyle gözleri kırmızıya döndü. Eli, yanına düşmüş bir şeye rastladı. Tek bir bakış atmadan ister istemez onu fırlattı ve bağırarak küfür etti. “Sikik zırvaların yetti!”

O anda, gizli silahı Yan Xiaohan’a doğru değil, aşırı gamsızca elini kaldırıp yakalayan Fu Shen’e doğru uçtuğu için, pek de isabetli değildi. Gözlerinin önünde tutmuş, bunun kırılmış bir porselenin parçası olduğunu görmüştü.

Yan Xiaohan bunu bağışlamaya isteksizce tartışmak için tartışmaya devam etti. “Genç Efendi Fu’nun ağzı oldukça fazla bozuk. Eğitilmedin mi…” Kırık porselenin kenarlarından gelen soğuk ışığın parıltısına gözünü dikerek, aşağı bakıp Fu Shen’in elindeki kaseyi gördüğünde, bunun yarısını söylemişti, ve yüzü olduğu gibi karardı.

Dişlerini uğursuzca gıcırdatırken arkasından birkaç chi uzunluğunda katil aura yükseldi. "Demek kan kardeşine sinsice saldırmak için keskin bir nesneyi kullanmaya tenezzül ettin. Hakikaten biraz cesaretin var.”

Diğer kişilerin içlerinden düşünceleri adeta göğüslerinden fırlayacak ve yan Xiaohan’ın yüzüne fırlatacaklardı: Gözlerin açık lakin saçma sapan konuşuyorsun – ağabeyine sinsice saldırmak istemedi, kuşkusuz sana vurmak istiyordu! Gerçeği saptırmanın da bir sınırı olmalı! 

Fu Shen bir eliyle ağzını kapatmış, gülme dürtüsüne karşı koyarak bunu birkaç öksürüğe çevirmişti. Ancak o zaman Yan Xiaohan bir şahsiyet olarak nasıl biri olduğunu hatırladı ve onu yatıştırmak için eğildi. “Kızma… böyle mutlu bir günde bu kadar sıkıntı olmamalıydı. Sen ve ben evli olduğumuzdan ve gezip dolaşmak senin için zor olduğundan dolayı, senin için meseleleri kendi ellerime almam ve bu saygısız, ağzı bozuk kardeşinle ilgilenmem kaçınılmazdır. Karşı koymayacaksın, değil mi, Marki?”

Ses tonu nazik ve candan geliyor olsa da, kelamları apaçık bir tehdidin imasını içeriyordu.

Tam bir oyunculuk sergilemek istemişti. Fu Shen’in suratı mücadelesine ihanet etti. “Ahm…”

“Uçan Ejderha Muhafızı bir hayli yönteme sahip.” Dedi Yan Xiaohan kibarca. “Kan akmayacak. Bu sadece daha büyük taşkınlıkları önlemek için küçük bir ceza olacak.”

Fu Shen bir anlığına muallakta kaldı. “Söylediğin şeyi yap, öyleyse.” Diye yanıtladı kızgın bir halde.

Yan Xiaohan pek bir hoşnut olarak geri doğruldu, ve hazırda bekleyen Uçan Ejderha Muhafızına döndü. “Markinin söylediklerini duydun mu? En Genç Efendi Fu’yu dışarı götür ve ince bir sopayla birkaç hafif vuruş yap. Sadece hatalarının farkına varıp tövbe etmesine yetecek kadar.”

Uçan Ejderha Muhafızlarının çalışma usullerine aşina olan Mahkeme yetkilileri, Fu Ya’ya sempatiyle yıkanmış bakışlar atarak ürpermeyle mücadele etmekten kendilerini alamadılar. Ona hatalarının farkına varana değin vuracaklardı, ve bundan önce, onu öldüresiye dövene kadar durmayacaklardı...

Acımasız Uçan Ejderha Muhafızları, Fu Ya’yı kaldırıp dışarı sürüklerdi.

Hoş bir düğün, talihsizliklerle ve durmaksızın ortaya çıkan rahatsızlıklarla dizginsiz bir şeye dönüşmüş, insanların orada oturdukları her anın işkence olduğunu hissetmelerine neden olmuştu. En sefil halde olan Jing Ning Markisi Fu Shen’di, zira gaddar, otoriter Kraliyet Müfettiş Temsilcisi hala daha rahat vermeyi reddediyordu. Yan Xiaohan bariz biçimde, dramatik bir edayla bir şeyler hakkında homurdanıyordu. “‘Her ailenin üstesinden gelmesi gereken meseleleri vardır’, doğrusu… biz daha yenice evlendik ve aklen bu ölçekteki bir kargaşayla uğraşmak zorunda kalacağız… İstikbalde bunun bizi neye bulaştıracağını bilemiyorum…”

Genelde Uçan Ejderha Muhafızı kanunsuz suçlamalar uydurduğu ve krala sadık kullara zarar verdiği zaman, hileleri, tarifsiz miktarlarda kullanırdı. Bu ikisini böylesine gösteriş yaparak, ödül avcılığı yöntemiyle ele aldıktan sonra, “derhal övülmem gerekiyor” diye imada bulunmak için yöntemlerini bile değiştirdiğinden, Yan Xiaohan daha iyisini yaptı.

Fu Shen ona gülümsemeden gözlerini dikti, lakin kalbi yine de kontrolünün ötesine geçerek yumuşadı. “Çabaların için teşekkürler.” Dedi hafifçe. “Ne de becerikli bir eşsin.”

Yan Xiaohan’ın gözlerindeki bakış ansızın uzaklaştı.

Fu Shen, yaptığı laubali takılmanın tetiklediği sonuçlar hakkında hiçbir fikri yoktu. Çok geçmeden, Jing Ning Markisinin resepsiyonundaki kriz haberi tez bir şekilde sokaklarda yayıldı, ve dedikodu yoluyla yapılan varsayımlar süreci baştan uca, “Jing Ning Markisinin gözleri önünde, melun Uçan Ejderha Muhafızı annesini suistimal etti, küçük kardeşini patakladı ve sonunda da Markiyi, prensipli bir eş olduğu için şahsını övmeye zorladı” olarak sonuçlandı. 

Ne kadar düşmanca! Akla sığmaz şekilde utanmaz! Mahkemenin kan tazısı yine sadık hizmetkara saldırdı!

Gelecek başka zaman gündeme getirilebilir. Şu anda, fiyasko bir son bulduğu için düğün ziyafeti hala devam etmek zorundaydı. Leydi Qin ve oğlu gönderildiğine göre, herkesin bakışları ahenk içinde sağ kalan yegane kişi, mevcut Ying Dükü Fu Tingyi’ye döndü. 

Babası ve iki ağabeyinin aksine, Fu Tingyi çocukluğundan beri zayıf bir yapıya sahip olmuş ve dövüş sanatlarını öğrenebilecek ekime sahip olmamıştı. Gün boyu yaptığı tek şey, odasının kapalı kapısı ardında kitaplara çalışmaktı, fazla bir varlık hissiyatına sahip değildi ve ailesinin geri kalanına da o kadar yakın değildi. Daha sonra, bu ağabeyler birbiri ardına göçüp gittiği ve Ying Dükü Malikanesi umutsuz bir biçimde birinin gelip dizginleri eline almasına ihtiyaç duyduğunda, Fu Shen baskının büyük bir kısmını üstlenerek daha sonra birliklere önderlik etmişti. Bundan sonra Fu Tingyi miskin miskin ayağa kalkıp unvanı miras aldı. Dükün Malikanesinden ayrılan Jing Ning Markisi’nden sonra, bu hayaletten bozma Dük, kendini evinin derinliklerine daha da kapattı ve nadiren dışarı çıktı. Kulaktan dolma bilgiler, onun kendini ölümsüzlük ve simya kultive etmeye kaptırdığını söylüyordu, ki bu tüm Dük Malikanesinin kademe kademe çöküşüyle ilişkiliydi.

Bu büyük ailenin mazide sahip olduğu olağanüstü insanlardan dolayı, bu Üçüncü Efendi’nin dedikodudaki değerlendirmeleri epey sert gibi görünüyordu. Tüm kelamlar, Fu Tingyi’nin kendisi hakkında tek iyi bir şeye sahip olmaması ve yalnızca iyi bir ailede doğmuş olduğuna güvendiği, giydirilip beslenip beslenemeyeceği hususunda bir endişesi olmadığı için sadece çatıdaki sızıntıları tıpaması gerektiği hakkındaydı. Yalnızca ölümsüzlük için Tao peşinde koşuyordu değil mi? Belki de bir gün sızıntıyı yamar ve doğruca Cennet’e yükselirdi!

Leydi Qing ne yaparsa yapsın, Fu Shen, daima Üçüncü Amcasına saygı duymuştu. Ortak meselelerle alakadar olmamasına yahut yeteneklerini kasten karanlıkta saklayıp saklamadığı gerçeğine karşın, Dük Malikanesinin bu yıllarda bastırılmış olması Fu Shen'e gerisinde kalan bir istikrar hissi ve endişelenecek daha az şey verdi.

[Ç.N: Yani Fu Tingyi’nin kendini geride tutması bir bakıma FS’in işine gelmiş.]

Yan Xiaohan’a kendisini Fu Tingyi’nin önüne itmesini belirten bir el işareti yaptı ve ardından ona doğru reverans ederken ellerini kaldırdı. “Üçüncü Amca.”

Bugün yeğeninin düğün günüydü, lakin hala bir Taoist cübbesi giyiyordu. Geçtiğimiz yıllarda sık sık oruç tutuyordu ve et yemiyordu, bu ona zayıf bir görünüm veriyordu ve çenesinden aşağı sarkan uzunca sakalıyla hakikaten de ölümsüz bir hissiyat veriyor gibiydi. Bundan önceki büyük karmaşada, başından sonunda kadar tek bir kelam etmemişti, sanki aslında o durumu görmüyormuş gibi seyrediyordu. Kendini yenileme içinde gözlerini kapatmıştı ve Fu Shen ona seslenene değin Taoist kutsal yazılarını kendi kendine ezberden okuyordu, ve ancak o zaman gözlerini hafifçe geri açtı. 

Parlak bir ışık Fu Tingyi’nin gözlerinde birleşti, ses tonlaması kısıldı. “Bana hürmet göstermene lüzum yok. Ebeveynlerinin her ikisinin de hatıra tabletleri evin atalar salonunda. Eğer meyilin varsa, onlara kendi iradenle hürmet etmeye gidebilirsin."

Tam olarak kiminle konuştuğu belli değildi. Kimsenin karşılık vermesini beklemedi, kendi lafı üstüne ayağa kalktı, kol yenlerini savurdu ve havada estirip geçti.

[Ç.N: O sırada Fu Shen: Çevremde psikoloji sağlam tek bir insan yok.]

Bu anda, hatta tüm Uçan Ejderha Muhafızları bile Fu Shen’e baktıkları zaman, içlerinde şefkat barındırıyordu. Onların Kraliyet Müfettiş Temsilcileri küçükken ailesini kaybetmişti ve yakın akrabası yoktu, ki bu yeterince trajikti. Jing Ning Markisinin bütün ailesine gelince… onlar da pek var olmayabilirlerdi.

Şükür ki, Fu Shen çok da umruna almamıştı. O ve Yan Xiaohan zaten büyükleriyle Altın Sahne’de buluşmuştu; geri kalanı dert değildi. Herkes temizce ayrılmak zorunda kalmıştı ve o da uzun bir vakittir ayrılmak istiyordu.

….

Resepsiyon gecenin geç saatlerine kadar sürdü. Sonuncu konuk da en sonunda gönderildiğinde, Yan Xiaohan Fu Shen’le konuştu. “Hizmetkarların temizlemesi için tüm bunları burada bırak. Evvelden benim Malikaneme kalmaya gidebilirsin.”

Fu Shen’in Marki Malikanesine hiçbir duygu beslemeyeceğini ve davetini reddetmeyeceğini farz etmişti. Beklentilerinin aksine Fu Shen kendi kendine bir süre mırıldandı, sonra onu geri çevirdi. “Hacet yok. Bunu sana daha önce söylemem lazımdı, fakat şimdiye kadar aklımdan çıkmış. Evlendikten sonra, iyileşmek için şehir dışında kırsal bölgedeki bir villaya taşınmayı planlıyordum. Adresi sana daha sonra yazarım. Bir şeye ihtiyacın olursa, beni orada bulabilirsin.”

Yan Xiaohan’ın gözbebekleri hafifçe kısıldı, sesi istifi bozulmamış bir şekilde kaldı. “Daha yeni evlendik lakin ayrı ayrı mı yaşıyoruz? Konuklara az evvelki muamelem yetersiz miydi?”

“Bir sorun yok. Fazla düşünme.” Fu Shen gözlerinin köşesinden kapı tarafına bakış atmak için başını eğdi, sonra sesini düşürdü. “Yanımda Kuzey Yan Ordusundan bir grup getirdim. Hepsi Malikanende kalırsa nasıl görünürdü?”

Yan Xiaohan’ın kalbi azıcık rahatladı ve o kadar da sıkışmadı ama gözlerinin derinliği aşikar bir düş kırıklığı yaydı. “Bir geceliğine olsun kalamaz mısın?”

Fu Shen vicdanının biraz sarsıldığını, nereyse baştan sona kadar eridiğini hissetti. “Benden ayrılmaya bu denli dayanıyor musun?” Diye sordu tebessüm ederek.

İkili, etrafta yanan kırmızı mumlarla düğün odalarında birbirleriyle yumuşak bir tavırla konuştular, biri diğerini itinayla tuzağa çekmeye çalışıyor diğeri ise seve seve ona uyuyordu. Bu apaçık sıradan bir konuşmaydı, ama atmosfer ziyadesiyle hoştu. 

“Geri döndüğün zaman kullanabileceğini düşünerek bir şey hazırlamıştım… ama şimdi görünen o ki, yapmam gerekenden fazlasını yapmışım.” Dedi Yan Xiaohan. 

Yan Xiaohan’ın ağzından çıkan şeylerin ancak yarısının inanılabilir olduğunun ve görünürde gerçek olan yalnızlığıyla üzüntüsünün büyük ihtimalle rol olduğunun gayet farkında olsa da, Fu Shen uzlaşmaya varmaktan kendini alamadı.

“Nasıl nazik dilekler çok fazlasını yapmak olarak yaftalanabilir?” Yan Xiaohan’ın elini tutup dürüst bir şekilde konuştu. “Seni vaktinden önce haberdar etmediğim için kabahat bende. Durum böyle olduğundan, bu gece sana yük olmam gerekecek.”

Yan Xiaohan elini tutan ele bakarak bir anlaşma mırıltısı verdi. “Aradığım şey işte buydu.”

Yan Malikanesinin girişinde asılı olan kan kırmızı feneri görünce, Fu Shen kafası karışmış durumundan uyandı ve Yan Xiaohan’ın Uçan Ejderha Muhafızına girmeden önce bir çocuk kaçakçısı olmasının bayağı muhtemel olduğu hissine kapıldı. General Fu muhtemelen bunu beklememişti; Uzun yıllar demir kemikli olmuştu yine de bir aksilikle bile karşılaşmadan fazla temiz bir şekilde teslim olmuştu.

Ön avlunun saçakları altına tekerlekli sandalyesiyle birlikte yerleştirildi. Yan Xiaohan onu yavaş yavaş ileriye itti.

Merkez binanın önüne geldiklerinde durmadılar. Tam Fu Shen ona ilerde merdivenlerin olduğunu hatırlamak üzereydi ki, tekerlekli sandalyenin bir yokuş boyunca sarsıntısız bir biçimde yukarı kaydığını hissetti. 

Şiddetli bir şekilde şok olmuştu.

Nihayet bu konutun öncekiyle kıyaslandığında farklı bölgeleri olduğunu öğrendi; mekandaki tüm merdivenler düz rampalara aşınmıştı ve tüm kapı eşikleri geniş, zemine eşit bir alan bırakmak için sökülmüştü. Tek bir bakışta, evin kolayca yürüyemeyen ve etrafta dolaşmak için tekerlekli sandalye kullanmak zorunda olan biri için özel olarak dekore edildiği söylenebilirdi. 

Evde bir engelle yaşayan sıradan insanlara gelince, tek başına bakım psikolojik ve ruhsal olarak yeterince yorucuydu ve çok azı uygunsuz eşik ve merdivenleri yeniden düzenlemek için yoğun bir çaba altına girmeye istekli olacaktı. Yan Xiaohan bu evliliklerinin yalnızca formalite olduğunu ve Fu Shen’in bu şartlar altında uzun süre kalmayacağını gayet biliyordu, ancak yine de tüm evini tek bir kelam etmeden değiştirdi.

Bütün kalpler etten yetişmiştir. Etkilenmediğini söylemek yalan olurdu.

Saygılarını göstermiş ve sözlerini vermiş olsalar dahi, Fu Shen ve Yan Xiaohan ilk samimi adımlarını güç bela atmışlardı. Hala yollarında yatan sayısız farklılıklar ve gizemler vardı, ve aralarındaki şeyin aslında ne olduğunu hiçbiri açıkça söylemezdi. Bu ilişkiyi sulandıran bir hayli şey vardı ve bu dokunaklılık ve duygusallık parçaları damlayarak denize karışan, önemsiz görünen su damlaları gibiydi.

Önemsiz duygular… bu dereceye ulaşabilir miydi?

Marki Malikanesinin şatafatlı dekorundan farklı olarak, Yan Malikanesi açıkça içten bir biçimde, bütün yönüyle rafine ve hem görkemli hem de huzurluydu. Fu Shen odaların içinde birkaç saksı orkide bile seçmiş, ister istemez Kuzey Yan’da o küçük kasabadaki keşfini anımsamıştı. “Bunca sene geçip gitti, lakin Kardeş Yan hala orkidelere düşkün.” Farkında olmadan dikizlemiş gibi görünüyordu. 

Yan Xiaohan’ın tekerlekli sandalyenin kolçakları üzerindeki eli kavrayışını istemsizce daha da sıkıştırdı, sakin sesi çok geçmeden geldi. “Şayet vakit kısıtlı olmasaydı, senin için ikiz lotuslardan oluşan bir havuz yapmayı da istemiştim.”

Bu sözler Fu Shen’in kalbinin tam içine battı. Bir an için kelime oluşturamadı.

Sanki Yan Xiaohan onu bir tura çıkarıyordu, binanın içinde tekerlekli sandalyeyi bir odadan diğerine itiyor uzun koridorlardan geçiyordu, ta ki yatak odasının dışında bulunan yakın küçük bir odada durana kadar.

Fu Shen buranın ne olduğunu hatırladı. Burası banyoydu.

“İçeri girmek ister misin?” Fu Shen onu sorgulamak için başını kaldırdı. “Banyonun nesi harika?” Sadece bir paravan ve birkaç banyo küveti değil mi——

Yan Xiaohan kapıyı itmek için uzandı.

Kapıya yerleştirilmiş, dağlar, sular ve yeşim taşı rengiyle gölgelendirilmiş, geniş bir resim ekranı vardı, ve onu adımlayarak geçip farklı bir dünyaya girdiler.

Birkaç oda yıkılıp açılmış ve burayı büyük, ferah bir odaya dönüştürmüştü. Tamamıyla boştu, zeminde yeşim basamakların olduğu tam merkezde bulunan geniş bir banyo havuzu dışında başka bir özelliği yoktu. Şu anda ısıtılmış sıcak su yoktu, küvetin yalnızca yarısı berrak suyla doluydu, o kadar berrak ki dibi görülebilirdi - kristal sıvıyı aydınlatan mum ışığı sayesinde, dibinde nilüferlerden ve gerçekçi, canlı renklere sahip yüzen balıklardan oluşan taban kabartması görülebilirdi. 

“Bu…”

Yan Xiaohan onu yakına itti. “Yürüyemezsin, ve birinin yardımı olmadan kayıp düşmen senin için çok kolay. Bu nedenle insanların burayı bir havuza dönüştürmesini sağladım.” Diye açıkladı. “Hala zevkine hitap ediyor mu, Marki?”

Fu Shen birbiri ardına gelen hoş sürprizlerle tokatlanıyordu ve aklını biraz olsun toparlayamıyordu. Banyonun anlamını kavramayı bitirmesini beklemeyerek Yan Xiaohan arkasından çıkıp önüne doğru yürüdü, görüş hatları eşit seviyede olacak şekilde diz çöktü ve elini diğerinin dizine koydu. “Jingyuan, avluyu düzelttim ve şemsiye ağaçları diktim. Şu an olduğu gibi… sadece fenghuang’ın¹ gelmesini bekliyorum.” 

Yalnızca gelmemekle kalmayıp, başka bir yere uçmak isteyen “fenghuang”: “.......”

Birden bire Yan Xiaohan’a şöyle sormak istedi: “Ejderhaları seven Lort Ye” dedikleri şeyin ne olduğunun farkında değil misin? İstediğin Fenghuang olduğum kanısına nasıl varırsın?

Lakin, düzleştirilmiş o basamaklar, geniş banyo havuzu ve gözlerindeki samimiyet sahte değildi.

“Bu bir işe yaramaz, Kardeş Yan.” Fu Shen ansızın öne doğru eğildi, belli belirsiz soğuk ve kuru parmak uçlarını, hafifçe gülümserken diğerinin kaşlarının ortasına hafifçe dürttü. “Fenghuang’ın ilgilisi çekmek istiyorsan, Feng Huang’ı Arıyor şarkısını söylemen lazım.” 

Yan Xiaohan uzun kaşlarından birini kaldırarak, ona çok net bir ima ile düşünceli bir bakış verdi: Yani epey tecrübelisin? Sen bir kez söyle.

Fu Shen’in gülümseyişi genişledi.

Onları ayıran yalnızca bir pencere kağıdı vardı, fakat bu noktada durmak ve onu yarıp geçmemek için ortak bir anlaşmaya sahiplerdi. Belki de yalnızca bunun içinde bulunanların kesin bir şekilde kavrama yeteneğine sahip olduğu hassas bir dengeydi. Duygular henüz derin olmamış, yeterince doğal bir biçimde bütünleşmemiş olabilirdi, yahut belki ikisinin de olağanüstü bir sabrı vardı, inatla kılıçlarını çarpıştırıyorlar ve içlerindeki gerçek cevapları bulabilmek için sayısız kez deniyorlardı.

Mahkeme onlara bir düğün odasını paylaştırmadığı için, Fu Shen yatak odasında ve Yan Xiaohan yanında ki bir odada uyurken o akşam öncekilerle aynı olmuştu. Bu ters dönmüş ve ev sahibi-misafir ilişkisinin ne ara alışılageldiği net değildi ama Yan Malikanesindeki aşağı yukarı herkes bunun böyle olmasına alışmıştı. Durumları bugüne kadar açıkça belirlenmişti, sadece Fu Shen’in uygun olarak daha yüksek bir seviyeye ulaştığı söylenebilirdi.

İkinci bir düşünce olmadan anlayışlı olmak en ölümcül şeydi. Fu Shen ergenlik çağında Yan Xiaohan’dan acı çekmişti ve hala daha dersini almamış olması utanç vericiydi.

Ertesi sabah tan ağarırken, Yan Malikanesinin iki efendisi, biri giriş kapısını çaldığında derin uykudaydı. Yu Qiaoting dışarıda durmuş, ağırbaşlı görünüyordu. “Rahatsızlık verdiğim için üzgünüm. Önemli bir şeyim var ve Marki’yi derhal görmem gerekiyor.”

Kahya biraz beklemesi için onu karşılama köşküne davet etti. Yan Xiaohan’ın Fu Shen’i iterek odanın dışına çıkarması çok uzun sürmedi. İkisi de iyi görünüyordu ve dün gece çılgınca bir şey yapmış gibi değildiler. Bu sıradan zamanlar olsaydı, Yu Qiaoting muhakkak onunla biraz dalga geçerdi, ama bugün onlarla yüz yüze geldiğinde, Fu Shen’e yemek yiyip yemediğini bile sormadan ilk olarak Yan Xiaohan’la konuştu. “Efendi Yan, General ve benim tartışmamız gereken çok kritik askeri malumatlar var.”

Yan Xiaohan ihtiyatlı bir anlayış gösterdi, “az ama öz” bir tabirde bulunup daha sonra insanlara kahvaltıyı hazırlatmaya gitti.

Fu Shen, “Ne oldu?” diye sordu.

Yu Qiaoting avuç içi büyüklüğünde tahta bir kutu ortaya çıkardı ve ona iki eliyle uzattı. “Dün bir geceliğine Marki Malikanesinde kaldım ve bu sabah erkenden bir hizmetkar gelip beni buldu, ve tebrik armağanlarının envanterini çıkardıklarında bu şeyi bulduklarını söyledi.”

Fu Shen kutunun kapağındaki şahin totemini gördüğü vakit anında anladı. “Zhe klanından bir şey mi?”

“İçine bak.”

Kutu hileli değildi. Fu Shen kilidi açar açar açmaz kapağı kaldırdı, ve kanın pis kokusu yüzüne çarparak kaşlarını çatmasını sağladı. “...Bu ne böyle?”

Kutu incilerle doluydu, yumuşak bir parıltıyla tombul ve yuvarlak, bir avuç kadarlardı. Fu Shen değerli taşlara düşkün değildi, ancak sınıra tayin edildiği ve feodal lortların yıllık haraçlarını sık sık teftiş ettiğinden beri, bu incilerin tümünün neredeyse haraç sınıfında olduğunu tek bakışta söyleyebilirdi.

Bu birinci sınıf inciler, Zhe kavminin bir araya geldiği Kuzeydoğuda üretildi, böylece adları Doğu İncileri şeklinde verildi – aşırı derecede kıymetlilerdi. Lakin, Fu Shen’in tuttuğu kutuda, sözde inek sütü kadar beyaz olması gereken bu Doğu İncileri aksine kandan çıkarılmış gibi görünüyordu, zira üzerlerini kan lekeleri kirleterek, onları olağanüstü biçimde tuhaf ve uğursuz şekilde boyuyordu. 

“Bunu kimin gönderdiğini buldun mu?” Bu şey korkutucu değildi, sadece otomatik bir tepkiydi. “Herhangi bir isim kartı yahut hiçbir belge yok mu?”

Yu Qiaoting başını salladı. “Dün bir hayli kart alındı. Bir tane olabilir, ama bulmak uzun vakit alacaktır.” 

Fu Shen kutuyu öylesine geri kapattı ve soğuk bir şekilde küçümserken Yu Qiaoting’e verdi. “Sadece esrarengiz olma çabaları. Sekiz yüz yıl geçti, yine de bu aynı, eski şeyler sahneleniyor. Buna hiçbir aldırış vermeye gerek yok, muhtemelen bir avuç işkembe benim evlenmemi izliyor ve bunalıma ekleme yapmak için kasten bunu gönderiyor. Şunu uzağa götür ve icabına bak, Yan Xiaohan’ın bilmesine izin verme.”

Her zaman olduğu gibi aklı başındaydı, bu da Yu Qiaoting’i biraz rahatlattı, yine de hala biraz endişeli hissediyordu. Kutuyu aldı ve uzağa koydu. “Ayarladığım şeyin düzenlemesi bitti mi?” Diye sordu Fu Shen. 

“Emin olabilirsin General. Bugün malikaneye gidecek misin?”

Fu Shen biraz mırıldandı, giderse Yan Xiaohan’ın mutsuz olacağından endişelendi, ama planları hakkında düşündükten sonra, bunu yapmaktan başka şansı yoktu. En nihayetinde başını sallayarak yanıtladı. “Hazırlıkları yapın. Bugün oraya gideceğim.”

Kimsenin buradaki iki Kuzey Yan insanını rahatsız etmesine izin verilmedi ve oradaki Yan Xiaohan da kahvaltı yapamadı. Yu Qiaoting’in gelişin üzerinden fazla geçmemişti ki, Uçan Ejderha Muhafızı’ndan bir öncü, onu bulmak için alelacele kapıdan girdi. “Efendim, Dün gece Zuoning İlçesi, Doğu Çiçeği Köyü’nden birisi bir kuyudan başsız bir ceset çıkardı. Vaka, Shuntian Ofisi’ne bildirilip kimlik tespiti yapıldı, ve bedenin birkaç gün evvel kaybolan Sağ Altın Karga Muhafızı Generali, Mu Boxiu olduğu saptandı.”

Yaklaşık yarım ay evvel tam da yeni yıl başlarında General Mu Boxiu birden bire arkasında hiçbir iz bırakmadan ortadan kayboldu. Aniden ayrılmıştı ama tamamıyla hazırlıksız gitmiş gibi görünüyordu. Onu açıkça belirlemek için kullanılabilecek her şey geride bırakılmıştı, sadece birkaç eski kıyafet ve şahsına ait olan bir miktar gümüş ve altın alınmıştı. Öyle ki, ailesi meslektaşlarıyla içki içmek için dışarı çıktığını düşünmüştü, ancak birkaç gün sonra geri dönmediğini gördüklerinde yetkili makamlara bildirmek için feryat etmeye gittiler.

İlk başta dava hiç de göze batmamıştı, yalnızca Shuntian Ofisi tarafından araştırılıyordu. Bir Mahkeme yetkilisinin karıştığı hadise dolayısıyla, mevzu Uçan Ejderha Muhafızı’na da bildirilmişti ve Yan Xiaohan baktıktan sonra bir kenara koyuldu. Hiç kimse, bu güçlü yapılı Altın Karga Muhafızı’nın soyulduğuna yahut canını kurtarmak için birinden kaçtığına inanmamıştı. Belki de yanında birini tutuyordu ve o kadar zevke kapılmıştı ki, sorumluluklarını unutmuştu, bundan dolayı eve dönmekte geç kalmıştı. 

Ancak, bugün, Mu Boxiu’nun başsız bedeni başkentin kenar mahallelerinde bulunan bir köydeki kuru bir kuyudan çıkarılmıştı.

Kayıp bir kişinin davasının ağırlığına karşı bir Mahkeme yetkilisinin başına gelen cinayet davasının ağırlığı tamamıyla kıyaslanamazdı.

“Kafa bulundu mu?” Yan Xiaohan sordu.

“Henüz değil,” diye yanıtladı öncü. “Yerel yetkililer köyü çoktan mühürledi ve tüm insan güçlerini onu aramak için kullanıyorlar.”

“Shuntian Ofisi’nin dosyalarını inceleyin ve ailesinin son üç neslini ayrıntılarıyla ortaya çıkarın. Derhal saraya gidiyorum. Jiang Shu’nun gözcülük yapması için iki kişiyi köye göndermesini sağla - kimlikleri açığa çıkmayacak, sadece gizlice araştırmaları gerekiyor. Bu mevzu Güney Ofisi’ni kapsadığını için, Majesteleri Uçan Ejderha Muhafızı’nın müdahale etmesine izin vermeyebilir.”

Öncü emirleri kabul etti ve ayrıldı. Yan Xiaohan’ın acilen saraya gitmesi lazımdı, bu yüzden doğru dürüst yemek yiyemedi ve çabucak kıyafetlerini değiştirmeye gitmeden önce hamur işi şeylerden birkaç ısırık aldı. O hazırlanmayı bitirdiğinde, Fu Shen ve Yu Qiaoting de konuşmalarını bitmişti. “Dışarı mı çıkıyorsun?” Fu Shen onun kılık kıyafetini görünce hayret ederek sordu. 

“Resmi iş,” diye az ve öz bir şekilde izah etti Yan Xiaohan, ardından eğildi ve ona hafifçe sarıldı, hızlı ve sessizce kulağına tembihlemeler fısıldadı. “Bugün ayrılmak zorunda olduğunu biliyorum. Dışarıda kahvaltı hazır - yemeği bitirdikten sonra git, ve yolda dikkatli ol. Gözüne çarpan herhangi bir şeyi eve getirmekten çekinme. Bugün seni şahsen yolcu edemediğim için üzgünüm. Bu şeylerle uğraşmayı bitirir bitirmez seni görmeye geleceğim.” 

Fu Shen iç çekerek nazikçe omzunun üzerini patpatladı. “Yapacak hiçbir resmi işin olduğunu sanmıyorum. Bence bagaja saklanacak ve beni takip edeceksin.”

İkili aynı anda güldü. Yan Xiaohan doğrulup, Yu Qiaoting’e selamlamayla ellerini birleştirdi. “Bana müsaade. Jingyuan’la ilgilenmeye verdiğiniz zahmetler için teşekkürler, General.”

General Yu, tokmuş gibi görünüyordu ve daha kahvaltı yapmamıştı. “Çok naziksin, çok naziksin,” dedi afallamışça.

Yılanın kuyruğunun ucunda, başkentin eteklerinde, Eversong Dağı’nın yamacındaki şatonun girişinde bir at arabası durdu.

Giriş yolundan bakıldığında şato sıradan bir dağ villasından farklı değildi, münzevi bir ortamda normal tepeler ve s kütleleriyle çevriliydi. Lakin, bu kapıdan geçip içeri adım atınca, uğursuz, melankolik kanlı bir ölüm aurası anında duyularınıza hücum ediyordu. Malikanenin içi silahlı devriye gezen Kuzey Yan askerleriyle dolduydu, gece gündüz tetikte bekliyorlar, iyi bir mekanı demir bir baril kadar geçilmez Kuzey Yan kışlasına çeviriyorlardı.

Bu defa Fu Shen ile birlikte başkente geri dönen bu kimseler, Yu Qiaoting’in yanında Hekim Du Leng ve Xiao Xun’un başı çektiği kişisel korumalardı. Sözde, onu düğününe yolcu etmeye gelmiş gibi rol yaptılar, aslına bakıldığında ise, hepsi bu villayı gözlemek için gelmişti.

Fu Shen tekerlekli sandalyesinde oturuyordu ve Yu Qiaoting tarafından arka avluya itildi. Xiao Xun gizli bir kapıyı açarak, karanlık ve rutubetli bir tünel ortaya çıkardı.

Xiao Xun ve Yu Qiaoting sağında ve solunda bulunurken, ikili Fu Shen’in tekerlekli sandalyesini kaldırdılar ve uzun taş basamaklardan aşağı indiler.

Kaya duvarlardaki kandiller teker teker yakıldı, parlaklık tünelin en derin kısmına uzanana kadar kademe kademe yayılmış, korkutucu ve tüyler ürpertici bir sahne parlamıştı. 

Orada bir hapishane vardı, üç tarafı taş, geriye kalan tek tarafı demir parmaklıklarla çevriliydi. Dondurucu, nemli zeminin üzerine, küflenmiş pirinç samanı serilmişti. Darmadağınık bir figür bir köşeye büzülmüş, yüzünü kapatan elleriyle yalnızca beyaz bir iç cübbe giyiyordu, aniden peyda olan ışıklar gözlerini sızlatıyor ve kişiyi onları açamaz duruma sokuyordu.

Tekerlekli sandalye zeminde kaydı, hafif ayak sesleri eşliğinde uğultulu bir ses çıkardı. Yaklaştılar da yaklaştılar, en sonunda demir parmaklıkların önünde durdular.

“Nasıl gidiyor? Daha burada yaşamaya alışamadın mı?”

Bir adamın düşük, manyetik, neşeli sesi hapishanede yankılandı, ne hızlı ya da yavaş, ne de uğursuz bir nitelikteydi, ama köşedeki mahkumun sanki zehirli bir iğne sokulmuş gibi davranmasına ve canlı bir balık gibi hoplamasına neden olmuştu.

Dişleri takırdıyor, aklını yitirecek kadar korkmuş gibi görünüyordu. “...Sen misin?” Diye ürperdi. 

“Mn, benim.” Fu Shen hareketsiz ve epey düz bir şekilde oturuyordu, ses tonu nazikti. “Uzun zaman oldu. General Mu hala beni hatırlıyormuş gibi görünüyor.”

“Hayır, bu doğru değil. Şöyle desem daha uygun olur, ‘Sağ Altın Karga Muhafızı merhum eski General’i, Mu Boxiu’.”

----------

Bölümün sonu.

Oy verip yorum yapmayı unutmayın.

¹Fenghuanglar (namı diğer Çin anka kuşları) eril ejderhanın dişi mudailleridir, (İmparator’a Ejderha iken, İmparatoriçe’ye anda kuşu giysileri giydirilir vesire.) çünkü ejderhalar güçlü, anka kuşları güzel görünür. Öyle olsa da, doğada gösterişli ve renkli kuşların %95’inin erkek olduğunu ve dişi olanların genellikle sade ve kahve tonlarda olduğunu hatırlatmak isterim.

²Bir Çin deyimi olan Ejderhaları Seven Lort Ye, bir şeyi görünürde seviyor olmak, içtenlikle sevmemek anlamına gelir. Lort Ye adında biri, ejderhalara bayılırmış, kıyafetlerini onunla süsler, duvarlarını onunla boyar ve bardağına onu işlermiş. Cennetteki ejderha bu lordun ejderhaları nasıl sevdiğini biliyormuş ve ona görünmek için aşağı inmiş. Pencereden bakmış ve kuyruğunu koridora itmiş, ama Lort Ye’nin yüzü gerçek olan ejderhayı görünce solmuş. Kaçmış. Görünüşe göre Lort Ye ejderhaları samimiyetle sevmemiş. Sevdiği şeyler sadece ejderhaya benzeyen şeylerdi.

³Tek ve dişi bir fenghuang olmadan önce popüler olarak, kuş, erkek feng ve dişi huang olarak ikiye ayrılmıştı. Bu şarkının hikayesine göre, şarkıyı feng söyler ve huang’ın gelip kendisiyle bir olmasını dile getirir.

⁴东旺 – “doğu güzelleşmesi (çiçeklenmesi)”

⁵Yılan saati; 09.00 - 11.00 arası, kuyruğunun ucu olduğuna göre saat 10.30 - 11.00 civarları.

Of çok uzundu… Gerçekten hiç kontrol etmedim ama, inşallah bunun gibi uzun bölümler yoktur… Edit: Varmış Allah’ım yaa ( ・ั﹏・ั)





















┗(•ˇ_ˇ•)―→


 


Yorumlar