Bölüm 26: Evlenmek

Keyifli okumalar.

---------------


15 Şubat, Çiçek Festivali esnasında.


Jing Ning Markisi’nin Malikanesi sevinçle coşkulu bir şekilde fenerler ve renkli kumaşlarla süslenmişti. Hizmetkarlar eli kulağındaki düğün ziyafetini hazırlamak için avluda bir o yana bir bu yana koştururken, kan kızılı ipek üst pervazlara ve sütunlara asılmış durumdaydı.


Ana salondan birdenbire bir kükreme gelmiş, yükselip bulutlara doğru hücum etmişti.

“Nerede o? Neden daha gelmedi?!”

Ayinler Bakanlığı’ndan bir yönetim görevlisi, Yan Malikanesinden yardım etmek için gelmiş olan bir hizmetçiyi histerik bir şekilde haykırırken yakaladı. “Jing Ning Markisi hala geri dönmedi mi? Neden Efendiniz daha evvelden bir şey söylemedi?! O kadar ileri gitti ki, piç kurusu bundan tamamen kaçtı, öyle değil mi?!”

O karşılık verirken hizmetkarın başı fena halde dönüyordu. “Efendim, mevzu— bu aşağılık kimsenin de hiçbir bilgisi olmayan bir şey. Efendimin bize emrettiği yegane şey, her şeyi normalmiş gibi hazır etmekti.”

Uğurlu saat yaklaştığından dolayı, yönetici zaten bu evlilikten büsbütün umudunu yitirmişti. Daha önceden Marki’nin boyun eğmez bir şahsiyet olduğunu ve zorlamayla yola gelmeyecek birisi olduğunu işitmişti. O zamanlar düğün hazırlama hususunda Ayinler Bakanlığı’nın yardımına karşı çıkmadığı haberi geldiğinde, en üstten en alta kadar bütün topluluk rahat bir nefes alarak göğüslerini şişirmişlerdi. Düğün arifesinde bu Mühteşem Ata’nın tek bir kelam etmeden aslında ortadan yok olacağı kimin aklına gelirdi ki?!

Herkesin altından halıyı çekip ayaklarını kaydırma usulü. Hakikaten de savaş sanatı üstadı olarak çağrılmaya layıktı.

Şu andaki duruma bakarsak, bilge İmparator’ları öfkeye kapıldığında, tüm talihsiz havuz balıklarının olduğu yere karışmamak için ancak dua edebilirdi. 

Yönetici çenesinin altındaki üç tutam sakalını sıvazladı, derince bir nefes aldı, kendini sakinleştirdi ve bu evliliğin diğer başrolünü bulup onunla bunu nasıl neticelendireceklerini müzakere etmeyi planladı. Zoraki bir cana yakınlıkla sorarak, elini gelişigüzel biçimde hizmetkara salladı. “Efendin şu anda nerede?”

Hizmetkar dürüstçe cevap verdi. “Efendim, Marki’yi karşılamaya gideceğini söyleyerek, yanında götürdüğü insanlarla birlikte daha önceden şehirden çıktı… Bayım? Bayım! Biri yardım etsin! Çabuk gelin! Burada bir beyefendi fenalaştı!”

Başkentin dışında, resmi bir yoldaki dinlenme yerinde.

¹Bunlar günümüzde ki dinlenme tesislerinin eski hali. Yaklaşık olarak on li aralıklarla bulunurlar, atlar için yiyecek ve bu türde şeyleri sağlarlar.

Birlikte olan eş eskort alayı sıkça güneşe bakıyordu, kalpleri bahtsız Ayinler İdare Amiri’nin sahip olduğu aynı endişeyle doluydu. Birisi gergin bir şekilde sordu. “Efendim, uğurlu saat hızla yaklaşıyor, peki neden… hala bir gölgeyi dahi görmedik?”

Yan Xiaohan’ın ansızın düğün kıyafetlerinin altından bir kılıç çıkaracağı korkusundan, bundan daha fazlasını söylemeye cesaret edemediler.

Yan Xiaohan içindeki sıkıntıyı bastırdı. “Biraz daha bekle.” Dedi sakin bir edayla.

Hala “Bir beyefendi olmaya sırt çevirmeyeceğim.” kelamı çınlıyordu kulaklarında. Yuan Eyaleti şehrinden geri gönderilen mektupta, düğün günü onları şehrin dışında beklemelerine dair bir söylemin yanı sıra, tekrarlanan ağırbaşlı bir, “Yazmak kısa sürelidir, duygular uzun; bunun adına daha fazla söz yok. Göz ardı etmek yok, unutmak yok.” niyazı vardı. Yan Xiaohan, Fu Shen’e güvensizlik beslemeye isteksizdi ve söylediği şeyin bir tuzağı örtbas etme bahanesi olduğundan şüphelenmeye daha bile isteksizdi. 

Hoş, hakikatte en çok korkan kişi de oydu. Bunun sebebi, bu “göğüste bir soğukluk, sırtta bir bıçak” tarzında ki senaryoya bayağı aşinaydı ve yedi sene önce Fu Shen ile onun arasında vuku bulmuştu.

Kendini avutma ve kendini yiyip bitirme arasında durmaksızın gidip gelme ile mücadele ediyordu ve tam onların içinde boğulmanın eşiğindeydi ki, bir binici süratle gelirken uzakta küçük kara bir leke birdenbire peyda olmuştu.

Atın sırtındaki zat esmer tenli bir delikanlıydı, ve öne bakar şekilde olan atı birkaç chi etrafında geriye döndürüp temiz bir ses tonuyla seslendiğinde henüz çok yaklaşmamıştı. “Beni takip edin, Efendi Yan, General birazdan burada olur!”

Yan Xiaohan hemencecik bir soluğu bırakmıştı, yüreğine bir kaya artık baskı yapmıyordu ve oğlanı yakalamak için atını ileri mahmuzladı.

Diğerleri bir tepki verdiği vakit, ikili o zamandan bu yana bir hayli uzağa gitmişlerdi. Kuzey Yan’ın atları diğer sıradan atlarla kıyaslanamazdı, öyle ki Yan Xiaohan ancak güç bela yetişebiliyordu. Alayları, bir alay olmaktan çıkmıştı; ikisi önde liderliği ele alırken, arkada büsbütün tutarsız, birbirine girmiş bir “kuyruk” karmaşası takip etmişti.

Delikanlı onları batıya doğru çekti ve uzaktaki bir yapının belirsiz siluetini gördüğü vakit, Yan Xiaohan, Fu Shen’in böylesine mühim bir günde neden görünüşte mantıksız ve düşüncesizce olan bir talepte bulunduğunu tezce anlayıverdi.

Yer seviyesinden çıkan yüksek bir teras, yapının salonu yükseklere ulaşıyordu. Alacakaranlığın ışıltısı camla kaplı çatı unvanına köşeden vuruyor, katman katman ışıl ışıl, harikulade altın ışığı gözler önüne seriyordu. Binayı uzak bir mesafeden incelemek, sanki altından yapılmış gibi misali bir görünüm sunuyordu, nitekim adı – Altın Sahne idi.

Altın Sahne, epey uzun zamanlardan bu yana burada olmuştu. Eski Yan² Kralı Zhao, Guo Wei’ye³ hürmet etmiş ve yeni öğretmeni için bir saray inşa etmiş, dünyanın bilgin insanlarını çekmek için içerisine bin jin altın yerleştirmiş, ve böylece ona şanını kazandırmıştı. Büyük Zhou’nun başlangıcında, ülkenin kurucu babası, Kral Zao’ya benzeme arzusundaydı, bundan dolayı bu yüksek terası dikti ve başkentin dış mahallelerinde birincisi Altın ikincisi Qilin adlı saygı gösterilen bir salon inşaa etti. Salonun içerisinde, ileri gelen kurucu bakanların erdemlerini beyan eden sekiz portresi asılıydı.

²Yan 燕, Zhou döneminin周 (MÖ 11. yüzyıl-221) büyük bölgesel devletlerinden biriydi.

³Gu Wei, Yan Kralı Zhao’nun danışmanıydı. Kral için sadece bir arkadaş veya tebaa değil onun için bir öğretmendi.

Altın Teras yahut Yan olarak da bilinen, Altın Sahne görüldüğü üzere gerçek bir yerdi. Gerçi şimdi tamamen yok edildi.

Soydaş İmparatorların hepsi bu usulü takip edecekti ve müteakiben gelen edebiyat yetkilerinin ve askeri liderlerinden arasından hiç biri çizimlerinin Altın Sahne’nin Qilin Salonu’na girmesinden kıvanç duymadı. Rahmetli İmparator'a değin, her, bir ordunun savaşa gitmesi gerektiği vakit geldiğinde, Sahne’ye giderler ve toplu ant içerlerdi. Zaman geçtikçe, bu da bir gelenek haline geldi. 

Altı sene önce, Fu Shen ilk defa zırhını kuşandığında ve savaşmaya gittiğinde, Yuantai İmparatoru uğurlama için şahsi olarak yüz yetkiliyi Altın Sahne’ye götürmüştü; yarım yılın ardından zaferiyle geri döndüğünde, aynı yerde Jing Ning Markisi unvanı bahşedilmişti.

Daha da ileri gidildiğinde, bacakları ezilmişti ve birliklere daha fazla önderlik etmeyecekti. Emperyal bir emrin sayfası ona absürt bir evliliğin onayını vermişti ve hala hayatının prestiji için bu başlangıç noktasını seçiyordu.

Savaşın kanı, tozu ve gözyaşı, olağanüstü iniş ve çıkışlar arasında, tüm ömrüne yazılmış olan sözler, “Altın Sahne’deki iyiliği için Lord’a layığını vermek, onu öldürmek için Yeşim Ejderha’yı yukarı çekmek” idi.

“Yanmen Valisi”nden bir mısra Li He’nın Yürüyüşler’i. Yeşim Ejderha ile neye referans yapıldığı belli değil, bazı kaynaklar bunun efsanevi bir kılıcın adı olduğu yönünde. İşte kılıcın fotosu.

Bu onun sessiz gösterisi ve kocaman bir mağara gibi sonsuz pişmanlığıydı.

Batan güneş, her şeyi her bir yönden aydınlatan parlak bir alev gibiydi. Nihayet uzaktan toynak sesleri geldi, yolun sonunda heybetli bir süvari birliği peyda olurken, dalga dalga yükselen bir toz bulutu ayağa kalktı.

Önderlik eden kimse, güçlü bir edayla dimdik ve ciddi bir şekilde oturmuştu, atını delicesine ileri mahmuzlarken bir kasırganın ivemsine sahipti. Koyu kırmızı cübbeleri her yana sinmiş gün batımını yansıtıyor, rüzgarda uçuşuyordu. Sanki bütün bedeni ateşle yıkanmış gibi görünüyordu, o mesafe katettikçe ortaya kan çıkıyordu.

Kırmızı kıyafetler ve atılgan bir atla, vahşi görünüyordu. Evlenmeye geliyor gibi değildi, sanki damadı kaçırmaya geliyor gibiydi.

Bu Fu Shen’di.

Ancak o olabilirdi.

O gözler önüne çıktığı anda, ağır bir çekiç Yan Xiaohan’ın yüreğine çarıptı. Hatta boğazının tıkandığı, gözlerinin kenarlarının yandığı güçlü bir hissine sahipti.

Bu birkaç ayda, Fu Shen’i teşvik etmeye katiyen yeltenmemiş, yaralarını dürtmeye cesaret edememişti ve çoğu kez kendini avutmuştu: Yalnızca, Fu Shen yeniden savaşa çıkamaz, yahut normal bir insan gibi bağımsızca yürüyemezdi… sadece bacaklarıyla ödemeye mecbur kalmıştı, ve bu Mavi Kum Geçidi’nde hayatını kaybetmesinden çok daha iyiydi.

Lakin şu anda, mantıksız tepkisi nihayet onun adına kabul gördü ve tüm o dizginsiz iyimserlik bir oyundan ibaretti. Aslında içinden bu konuda morali bozulmuştu, aslında… bunun için çok üzgündü.

Fu Shen hala çok gençti, ancak gelecekte ona yalnızca bir tekerlekli sandalye eşlik edebilirdi -yürüyemeyen alelade bir insan olarak. Bir zamanlar atıyla kasabaya girdiği vakit, haddi hesabı olmayan genç kadını kendisine çiçekler fırlatmaya teşvik ettiren seçkin bir gençti; mazide bir orduya önderlik etmiş, o kadar süratli ki toynaklarının toprağa değmediği savaş atını süren o genç general, ve hatta her daim sınırı koruyan, düşmanca bakışları adeta dokunulabilir hale gelene değin onunla münakaşa etmek için nadir de olsa başkente geri dönen Jing Ning Markisi, bundan böyle ikisi ne yoktu.

Lakin bugün, atını ileri mahmuzlayan ve yanından geçip giden o genç efendi… geri dönmüştü.

Birkaç nefes alıp vermede, atlı birlik gözlerinin önüne gelmişti. Fu Shen hızını yavaşlatmış, ıslık çalmış ve bir parça kırmızı ipek savurmuştu. Yan Xiaohan bilinçsizce ucundan yakaladı, sonra onu öne doğru sendelemesine ve iki ayağının da atının karnına baskı yapmasına neden olan, diğer uçtan güçlü bir kuvvet geldi. Halis savaş atı utancı üstlendi ve Fu Shen’e doğru küçük, aksak bir koşuda irkilerek ileri sarsıldı.

Bu, Jing Ning Markisi’nin ipeği “onu avlamak” için kullanması gibi gösterildi.

Fu Shen, Yan Xiaohan’ın itaatkar işbirliğinden fazlasıyla memnun kaldı, herkes oraya toplanırken ona sevinçle parladı. “Seni çok beklettim… hey, neden ağlıyorsun?”

Yan Xiaohan’ın gözlerindeki kırmızı izler gözüne çarptı ve korkuyla zıpladı, farkında olmaksızın sesini düşürdü ve tonunu yumuşattı. “Sorun nedir, Kardeş Yan? Bekleyiş seni huzursuz mu etti? Gelmeyeceğim konusunda mı endişelendin?”

Fu Shen gergince ona gözlerini dikerken, Yan Xiaohan boş bakışlarla karşılık verdi. Sonra başını bir yana çevirdi ve gülümseyişini baskılayamadı. “Rüzgar yüzünden.”

Fu Shen başını salladı. “Bugün evleniyor olduğumuz için, sana biraz yüz bırakacağım. Bir dahaki sefere gerçekten ağlayacak mısın?”

Tören ibadetlerini sergilemek için uğurlu saat olan batıda kızıl güneş batarken ve alacakaranlık yaklaşırken, adam tam olarak doğru vakitte buraya koşmuştu. Fu Shen attan indi ve ardından Yan Xiaohan, asil ve görkemli Altın Sahne’ye adım adım ilerlerken, düşen güneşin alacakaranlığına adım atarak onu sırtında taşıdı.

Zaman ansızın sonsuzluğa uzadı ve 72’nci beyaz mermer basamağı çıktıktan sonraki ciddiyet hali sanki çok uzun bir ömür geçip gitmiş gibiydi.

Qilin Salonu büyük ve görkemliydi, ve antikliğinden dolayı, eskimiş bir kasvet sergiliyordu. Bu yeri çok az kişi ziyaret etmişti. Son derece dingindi, yalnızca boydan vücut portreleri -bir duvarın yukarısı onlarla doluydu-  onları heybetli bir şekilde seyrediyordu, sanki hepsi birer tanrıydı ve yanlışlıkla tapınaklarında peyda olan iki ölümlüyü gözlüyorlardı.

Fu Shen’in onları göstermesine gerek kalmadan, Yan Xiaohan yan yana asılı olan bir baba ve iki oğul portresini bulmuştu; Fu Jian, Fu Tingzhong ve Fu Tingxin.

Arkalarından takiben gelen teşrifatçı sükunet içinde iki yumuşak minder teslim etti. Yan Xiaohan geçerken ona bir bakış atmış, aslında Kuzey Yan’ın büyük Generallerinden biri olan Yu Qiaoting olduğunu keşfetmişti.

Fu Shen yumuşak bir biçimde, “Beni yere indir.” dedi.

İkili yan yana vaziyette yastıkların üzerine diz çöktü. Yu Qiaoting bir şarap tulumuna sonra iki gümüş kaseye uzandı ve çiftin önünde yere bırakıp ardından derhal sessiz sedasız geri çekildi.

“Bu benim rahmetli büyükbabam, rahmetli babam ve rahmetli amcam. Rahmetli annem doğduğu yere gömüldü. Başka bir gün seni onu ziyaret etmeye götüreceğim.” Dedi Fu Shen. Yönünü değiştirdi, yüzü güneye bakarken sırtı kuzeye dönüktü. “Haydi. İlk ibadetimiz cennet ve yeryüzünedir.”

Aynı anda secde ettiler.

Bir kez daha portrelere dönen Fu Shen şarabını kaldırdı ve önündeki zemine serpiştirdi, boşluğa dua etti. “Bu değersiz oğul Fu Shen, Zat-ı Şahanelerinden bir evlilik yaptırımı aldı ve bugün Yan Xiaohan’la birlikte bağlanacak. Büyükbaba, baba, amca; eğer aşağıdaki membalarda haberdar iseniz, huzur içine yatabilirsiniz.

İkinci ibadetimiz atalaradır.”

Yan Xiaohan sessizlik içinde onun sözlerine uydu ve saygıyla secde etti. Yeniden yönlerini değiştirerek, yüz yüze diz çöker hale geldiler. Fu Shen iki bardak şarap doldurmuş, birini ona vermişti. “Bugün beni beklemeye istekli olduğun için çok teşekkürler, Kardeş Yan.”

“Bana teşekkür etmeye lüzum yok. Yapılması lazım gelen buydu.” Diye bir yanıtlama geldi.

“Büyükbabam vefat ettikten sonra, Merhum İmparator resminin çizilip Qilin Salonu’na girmesini emretti.” Fu Shen devam etti. “Ölümünden sonra portresi babam tarafından bizzat Altın Sahne’ye taşındı. Yuantai’nin on dokuzuncu ve yirminci yıllarında, babam ve amcam turnalarla Batı’ya uçtu, dolayısıyla onların portrelerini Qilin Salonuna bizzat ben teslim ettim.

Turnalar uzun ömürlü olmanın sembolüdür ve batıya göç ettiklerinde bu uzun ömürden yoksun olmanın, dolayısıyla ölümün sembolüdür.

O zamanlar, Majesteleri Su Prensi amcamın portresini Salon’a taşımak istemişti, lakin ne yazık ki…” Başını salladı. “Sistemin gerekçelerine göre, ölen yetkilinin yakın akrabası ancak bunu yapabilirdi. Su Prensi kendini ona adamıştı, fakat nihayetinde durumu yanlıştı.

Fu adlı bu kimse on sekizinde askere alındı ve beş yıldan biraz fazla bir vakittir Kuzey Yan Demir Süvarileri Komutanıydı. Başardığım şey hususunda yalan söylemeye cesaret edemezdim ve dünyanın geri kalanına mahcup olacak hiçbir şeyim yok. Kaderin dönek olması çok yazık ve korkarım ki bir daha birliklere önderlik etmem benim için zor olacak. Askeri kariyerim… bununla birlikte son buluyor.”

Şarap kasesini kaldırıp, bir çınlamayla Yan Xiaohan’ınkine çarpıştırdı.

“O yıl ben ayrılmadan önce, bir dilekte bulunarak, benim ömrüm boyunca senden nefret etmemi ümit ettin. Şimdiyse, o dilek zaten işe yaramaz — senden nefret etmiyorum, Kardeş Yan. Bir sonraki dilekte bulunma sırası bende olmalı.”

Yan Xiaohan’ın gözleri indirilmişti, onu nazikçe izlerken. Sanki, Fu Shen bir kelam ettiği müddetçe, derhal ayağa kalkıp yıldızları ve ayı onun için koparmaya gidecekmiş gibi görünüyordu.

Fu Shen onu mest olmuş bir ilgiyle seyretti, kelimeleri telaşsız ve kasvetliydi. “Dilerim ki, vefatımdan sonra, benim de Qilin Salonu’nda bırakacağım bir portrem olur. O zaman geldiğinde ise, onu bizzat sen Altın Sahne’ye taşırsın.”

Yalnızca yakın akraba.

Epey bir süre sessizlik hüküm sürdü. Yan Xiaohan bu konuda bir yorum yapmayacaktı, sadece şöyle dedi: “Bu sevinçli bir gün. Böyle uğursuz kelamlar için bir neden yok.”

“Herkes ölür. Bu hakikaten bir memnu değil.” Görünüşe bakılırsa, Fu Shen cevabından en az miktarda gerilmemişti ama gözleri keskin ve ciddiydi. “En yüksek ve en parlak olan güneş ve aydır, ve en yakın lakin en uzak olan karı ve kocadır. Bana bu sözü verirsen, bundan böyle benim yegane yakın akrabam olacaksın.”

Dünya meseleleri geçiciydi, ve Tabiat Ana insanlıkla oynadı. Gökyüzü ve yeryüzü kadar farklı olan iki insan, en sonunda ilerledikleri yolun çatalının sonuna gelmiş, aynı dönüm doktasına ulaşmışlardı. 

Bu dilek, yaşlı ve gri olana değin birlikte yaşayacaklarını söylemeye adeta denkti; Yan Xiaohan nasıl onu reddedebilirdi?

Fu Shen’in elinden bardağı almış, bir yana koymuş ve ellerini birbirine kenetlemişti. 

“Sıradaki ibadet bir çift arasındadır.”

İkisi de ağırbaşlı bir edayla eğildiler. Son derece yakın olmalarının neticesi ile,  başları neredeyse diğerinin başının tepesine sürtünüyordu, lakin elleri bir kez bile olsa, katiyen ayrılmıyordu.

Esrarengiz bir biçimde, sanki bilinmeyen bir tür bağlantı oluşmuş gibi, yüreğin en derin yerinde kilit vurularak boyun eğdirilmişten farksız, ani bir çıtırtı sesi çıkaran bir şey gibi görünüyordu.

Üçüncü ibadet töreni tamamlanmıştı.

------------

Bölümün sonu.

Oy verip yorum yapmayı unutmayın.

Bu bölüm hakkında diyeceğim yegane şey: “Ben yatmaya gidiyorum üstüm açılırsa toprak atarsınız.”

∼⊛∽

 Keyifli okumalar.


---------------


15 Şubat, Çiçek Festivali esnasında.


Jing Ning Markisinin Malikanesi sevinçle coşkulu bir şekilde fenerler ve renkli kumaşlarla süslenmişti. Hizmetkarlar eli kulağındaki düğün ziyafetini hazırlamak için avluda bir o yana bir bu yana koştururken, kan kızılı ipek üst pervazlara ve sütunlara asılmış durumdaydı.


Ana salondan birdenbire bir kükreme gelmiş, yükselip bulutlara doğru hücum etmişti.

“Nerede o? Neden daha gelmedi?!”

Ayinler Bakanlığından bir yönetim görevlisi, Yan Malikanesinden yardım etmek için gelmiş olan bir hizmetçiyi histerik bir şekilde haykırırken yakaladı. “Jing Ning Markisi hala geri dönmedi mi? Neden Efendiniz daha evvelden bir şey söylemedi?! O kadar ileri gitti ki, piç kurusu bundan tamamen kaçtı, öyle değil mi?!”

O karşılık verirken hizmetkarın başı fena halde dönüyordu. “Efendim, mevzu— bu aşağılık kimsenin de hiçbir bilgisi olmayan bir şey. Efendimin bize emrettiği yegane şey, her şeyi normalmiş gibi hazır etmekti.”

Uğurlu saat yaklaştığından dolayı, yönetici zaten bu evlilikten büsbütün umudunu yitirmişti. Daha önceden Markinin boyun eğmez bir şahsiyet olduğunu ve zorlamayla yola gelmeyecek birisi olduğunu işitmişti. O zamanlar düğün hazırlama hususunda Ayinler Bakanlığının yardımına karşı çıkmadığı haberi geldiğinde, en üstten en alta kadar bütün topluluk rahat bir nefes alarak göğüslerini şişirmişlerdi. Düğün arifesinde bu Mühteşem Ata’nın tek bir kelam etmeden aslında ortadan yok olacağı kimin aklına gelirdi ki?!

Herkesin altından halıyı çekip ayaklarını kaydırma usulü. Hakikaten de savaş sanatı üstadı olarak çağrılmaya layıktı.

Şu andaki duruma bakarsak, bilge İmparatorları öfkeye kapıldığında, tüm talihsiz havuz balıklarının olduğu yere karışmamak için ancak dua edebilirdi. 

Yönetici çenesinin altındaki üç tutam sakalını sıvazladı, derince bir nefes aldı, kendini sakinleştirdi ve bu evliliğin diğer başrolünü bulup onunla bunu nasıl neticelendireceklerini müzakere etmeyi planladı. Zoraki bir cana yakınlıkla sorarak, elini gelişigüzel biçimde hizmetkara salladı. “Efendin şu anda nerede?”

Hizmetkar dürüstçe cevap verdi. “Efendim, Markiyi karşılamaya gideceğini söyleyerek, yanında götürdüğü insanlarla birlikte daha önceden şehirden çıktı… Bayım? Bayım! Biri yardım etsin! Çabuk gelin! Burada bir beyefendi fenalaştı!”

Başkentin dışında, resmi bir yoldaki dinlenme yerinde.

Birlikte olan eş eskort alayı sıkça güneşe bakıyordu, kalpleri bahtsız Ayinler İdare Amirinin sahip olduğu aynı endişeyle doluydu. Birisi gergin bir şekilde sordu. “Efendim, uğurlu saat hızla yaklaşıyor, peki neden… hala bir gölgeyi dahi görmedik?”

Yan Xiaohan’ın ansızın düğün kıyafetlerinin altından bir kılıç çıkaracağı korkusundan, bundan daha fazlasını söylemeye cesaret edemediler.

Yan Xiaohan içindeki sıkıntıyı bastırdı. “Biraz daha bekle.” Dedi sakin bir edayla.

Hala “Bir beyefendi olmaya sırt çevirmeyeceğim.” kelamı çınlıyordu kulaklarında. Yuan Eyaleti şehrinden geri gönderilen mektupta, düğün günü onları şehrin dışında beklemelerine dair bir söylemin yanı sıra, tekrarlanan ağırbaşlı bir, “Yazmak kısa sürelidir, duygular uzun; bunun adına daha fazla söz yok. Göz ardı etmek yok, unutmak yok.” niyazı vardı. Yan Xiaohan, Fu Shen’e güvensizlik beslemeye isteksizdi ve söylediği şeyin bir tuzağı örtbas etme bahanesi olduğundan şüphelenmeye daha bile isteksizdi. 

Hoş, hakikatte en çok korkan kişi de oydu. Bunun sebebi, bu “göğüste bir soğukluk, sırtta bir bıçak” tarzında ki senaryoya bayağı aşinaydı ve yedi sene önce Fu Shen ile onun arasında vuku bulmuştu.

Kendini avutma ve kendini yiyip bitirme arasında durmaksızın gidip gelme ile mücadele ediyordu ve tam onların içinde boğulmanın eşiğindeydi ki, bir binici süratle gelirken uzakta küçük kara bir leke birdenbire peyda olmuştu.

Atın sırtındaki zat esmer tenli bir delikanlıydı, ve öne bakar şekilde olan atı birkaç chi etrafında geriye döndürüp temiz bir ses tonuyla seslendiğinde henüz çok yaklaşmamıştı. “Beni takip edin, Efendi Yan, General birazdan burada olur!”

Yan Xiaohan hemencecik bir soluğu bırakmıştı, yüreğine bir kaya artık baskı yapmıyordu ve oğlanı yakalamak için atını ileri mahmuzladı.

Diğerleri bir tepki verdiği vakit, ikili o zamandan bu yana bir hayli uzağa gitmişlerdi. Kuzey Yan’ın atları diğer sıradan atlarla kıyaslanamazdı, öyle ki Yan Xiaohan ancak güç bela yetişebiliyordu. Alayları, bir alay olmaktan çıkmıştı; ikisi önde liderliği ele alırken, arkada büsbütün tutarsız, birbirine girmiş bir “kuyruk” karmaşası takip etmişti.

Delikanlı onları batıya doğru çekti ve uzaktaki bir yapının belirsiz siluetini gördüğü vakit, Yan Xiaohan, Fu Shen’in böylesine mühim bir günde neden görünüşte mantıksız ve düşüncesizce olan bir talepte bulunduğunu tezce anlayıverdi.

Yer seviyesinden çıkan yüksek bir teras, yapının salonu yükseklere ulaşıyordu. Alacakaranlığın ışıltısı camla kaplı çatı unvanına köşeden vuruyor, katman katman ışıl ışıl, harikulade altın ışığı gözler önüne seriyordu. Binayı uzak bir mesafeden incelemek, sanki altından yapılmış gibi misali bir görünüm sunuyordu, nitekim adı – Altın Sahne idi.

Altın Sahne, epey uzun zamanlardan bu yana burada olmuştu. Eski Yan² Kralı Zhao, Guo Wei’ye³ hürmet etmiş ve yeni öğretmeni için bir saray inşa etmiş, dünyanın bilgin insanlarını çekmek için içerisine bin jin altın yerleştirmiş, ve böylece ona şanını kazandırmıştı. Büyük Zhou’nun başlangıcında, ülkenin kurucu babası, Kral Zao’ya benzeme arzusundaydı, bundan dolayı bu yüksek terası dikti ve başkentin dış mahallelerinde birincisi Altın ikincisi Qilin adlı saygı gösterilen bir salon inşaa etti. Salonun içerisinde, ileri gelen kurucu bakanların erdemlerini beyan eden sekiz portresi asılıydı.

Soydaş İmparatorların hepsi bu usulü takip edecekti ve müteakiben gelen edebiyat yetkilerinin ve askeri liderlerinden arasından hiç biri çizimlerinin Altın Sahne’nin Qilin Salonu’na girmesinden kıvanç duymadı. Rahmetli İmparatora değin, her, bir ordunun savaşa gitmesi gerektiği vakit geldiğinde, Sahne’ye giderler ve toplu ant içerlerdi. Zaman geçtikçe, bu da bir gelenek haline geldi. 

Altı sene önce, Fu Shen ilk defa zırhını kuşandığında ve savaşmaya gittiğinde, Yuantai İmparatoru uğurlama için şahsi olarak yüz yetkiliyi Altın Sahne’ye götürmüştü; yarım yılın ardından zaferiyle geri döndüğünde, aynı yerde Jing Ning Markisi unvanı bahşedilmişti.

Daha da ileri gidildiğinde, bacakları ezilmişti ve birliklere daha fazla önderlik etmeyecekti. Emperyal bir emrin sayfası ona absürt bir evliliğin onayını vermişti ve hala hayatının prestiji için bu başlangıç noktasını seçiyordu.

Savaşın kanı, tozu ve gözyaşı, olağanüstü iniş ve çıkışlar arasında, tüm ömrüne yazılmış olan sözler, “Altın Sahne’deki iyiliği için Lord’a layığını vermek, onu öldürmek için Yeşim Ejderha’yı yukarı çekmek” idi.

Bu onun sessiz gösterisi ve kocaman bir mağara gibi sonsuz pişmanlığıydı.

Batan güneş, her şeyi her bir yönden aydınlatan parlak bir alev gibiydi. Nihayet uzaktan toynak sesleri geldi, yolun sonunda heybetli bir süvari birliği peyda olurken, dalga dalga yükselen bir toz bulutu ayağa kalktı.

Önderlik eden kimse, güçlü bir edayla dimdik ve ciddi bir şekilde oturmuştu, atını delicesine ileri mahmuzlarken bir kasırganın ivemsine sahipti. Koyu kırmızı cübbeleri her yana sinmiş gün batımını yansıtıyor, rüzgarda uçuşuyordu. Sanki bütün bedeni ateşle yıkanmış gibi görünüyordu, o mesafe katettikçe ortaya kan çıkıyordu.

Kırmızı kıyafetler ve atılgan bir atla, vahşi görünüyordu. Evlenmeye geliyor gibi değildi, sanki damadı kaçırmaya geliyor gibiydi.

Bu Fu Shen’di.

Ancak o olabilirdi.

O gözler önüne çıktığı anda, ağır bir çekiç Yan Xiaohan’ın yüreğine çarıptı. Hatta boğazının tıkandığı, gözlerinin kenarlarının yandığı güçlü bir hissine sahipti.

Bu birkaç ayda, Fu Shen’i teşvik etmeye katiyen yeltenmemiş, yaralarını dürtmeye cesaret edememişti ve çoğu kez kendini avutmuştu: Yalnızca, Fu Shen yeniden savaşa çıkamaz, yahut normal bir insan gibi bağımsızca yürüyemezdi… sadece bacaklarıyla ödemeye mecbur kalmıştı, ve bu Mavi Kum Geçidi’nde hayatını kaybetmesinden çok daha iyiydi.

Lakin şu anda, mantıksız tepkisi nihayet onun adına kabul gördü ve tüm o dizginsiz iyimserlik bir oyundan ibaretti. Aslında içinden bu konuda morali bozulmuştu, aslında… bunun için çok üzgündü.

Fu Shen hala çok gençti, ancak gelecekte ona yalnızca bir tekerlekli sandalye eşlik edebilirdi -yürüyemeyen alelade bir insan olarak. Bir zamanlar atıyla kasabaya girdiği vakit, haddi hesabı olmayan genç kadını kendisine çiçekler fırlatmaya teşvik ettiren seçkin bir gençti; mazide bir orduya önderlik etmiş, o kadar süratli ki toynaklarının toprağa değmediği savaş atını süren o genç general, ve hatta her daim sınırı koruyan, düşmanca bakışları adeta dokunulabilir hale gelene değin onunla münakaşa etmek için nadir de olsa başkente geri dönen Jing Ning Markisi, bundan böyle ikisi ne yoktu.

Lakin bugün, atını ileri mahmuzlayan ve yanından geçip giden o genç efendi… geri dönmüştü.

Birkaç nefes alıp vermede, atlı birlik gözlerinin önüne gelmişti. Fu Shen hızını yavaşlatmış, ıslık çalmış ve bir parça kırmızı ipek savurmuştu. Yan Xiaohan bilinçsizce ucundan yakaladı, sonra onu öne doğru sendelemesine ve iki ayağının da atının karnına baskı yapmasına neden olan, diğer uçtan güçlü bir kuvvet geldi. Halis savaş atı utancı üstlendi ve Fu Shen’e doğru küçük, aksak bir koşuda irkilerek ileri sarsıldı.

Bu, Jing Ning Markisi’nin ipeği “onu avlamak” için kullanması gibi gösterildi.

Fu Shen, Yan Xiaohan’ın itaatkar işbirliğinden fazlasıyla memnun kaldı, herkes oraya toplanırken ona sevinçle parladı. “Seni çok beklettim… hey, neden ağlıyorsun?”

Yan Xiaohan’ın gözlerindeki kırmızı izler gözüne çarptı ve korkuyla zıpladı, farkında olmaksızın sesini düşürdü ve tonunu yumuşattı. “Sorun nedir, Kardeş Yan? Bekleyiş seni huzursuz mu etti? Gelmeyeceğim konusunda mı endişelendin?”

Fu Shen gergince ona gözlerini dikerken, Yan Xiaohan boş bakışlarla karşılık verdi. Sonra başını bir yana çevirdi ve gülümseyişini baskılayamadı. “Rüzgar yüzünden.”

Fu Shen başını salladı. “Bugün evleniyor olduğumuz için, sana biraz yüz bırakacağım. Bir dahaki sefere gerçekten ağlayacak mısın?”

Tören ibadetlerini sergilemek için uğurlu saat olan batıda kızıl güneş batarken ve alacakaranlık yaklaşırken, adam tam olarak doğru vakitte buraya koşmuştu. Fu Shen attan indi ve ardından Yan Xiaohan, asil ve görkemli Altın Sahne’ye adım adım ilerlerken, düşen güneşin alacakaranlığına adım atarak onu sırtında taşıdı.

Zaman ansızın sonsuzluğa uzadı ve 72’nci beyaz mermer basamağı çıktıktan sonraki ciddiyet hali sanki çok uzun bir ömür geçip gitmiş gibiydi.

Qilin Salonu büyük ve görkemliydi, ve antikliğinden dolayı, eskimiş bir kasvet sergiliyordu. Bu yeri çok az kişi ziyaret etmişti. Son derece dingindi, yalnızca boydan vücut portreleri -bir duvarın yukarısı onlarla doluydu-  onları heybetli bir şekilde seyrediyordu, sanki hepsi birer tanrıydı ve yanlışlıkla tapınaklarında peyda olan iki ölümlüyü gözlüyorlardı.

Fu Shen’in onları göstermesine gerek kalmadan, Yan Xiaohan yan yana asılı olan bir baba ve iki oğul portresini bulmuştu; Fu Jian, Fu Tingzhong ve Fu Tingxin.

Arkalarından takiben gelen teşrifatçı sükunet içinde iki yumuşak minder teslim etti. Yan Xiaohan geçerken ona bir bakış atmış, aslında Kuzey Yan’ın büyük Generallerinden biri olan Yu Qiaoting olduğunu keşfetmişti.

Fu Shen yumuşak bir biçimde, “Beni yere indir.” dedi.

İkili yan yana vaziyette yastıkların üzerine diz çöktü. Yu Qiaoting bir şarap tulumuna sonra iki gümüş kaseye uzandı ve çiftin önünde yere bırakıp ardından derhal sessiz sedasız geri çekildi.

“Bu benim rahmetli büyükbabam, rahmetli babam ve rahmetli amcam. Rahmetli annem doğduğu yere gömüldü. Başka bir gün seni onu ziyaret etmeye götüreceğim.” Dedi Fu Shen. Yönünü değiştirdi, yüzü güneye bakarken sırtı kuzeye dönüktü. “Haydi. İlk ibadetimiz cennet ve yeryüzünedir.”

Aynı anda secde ettiler.

Bir kez daha portrelere dönen Fu Shen şarabını kaldırdı ve önündeki zemine serpiştirdi, boşluğa dua etti. “Bu değersiz oğul Fu Shen, Zat-ı Şahanelerinden bir evlilik yaptırımı aldı ve bugün Yan Xiaohan’la birlikte bağlanacak. Büyükbaba, baba, amca; eğer aşağıdaki membalarda haberdar iseniz, huzur içine yatabilirsiniz.

İkinci ibadetimiz atalaradır.”

Yan Xiaohan sessizlik içinde onun sözlerine uydu ve saygıyla secde etti. Yeniden yönlerini değiştirerek, yüz yüze diz çöker hale geldiler. Fu Shen iki bardak şarap doldurmuş, birini ona vermişti. “Bugün beni beklemeye istekli olduğun için çok teşekkürler, Kardeş Yan.”

“Bana teşekkür etmeye lüzum yok. Yapılması lazım gelen buydu.” Diye bir yanıtlama geldi.

“Büyükbabam vefat ettikten sonra, Merhum İmparator resminin çizilip Qilin Salonu’na girmesini emretti.” Fu Shen devam etti. “Ölümünden sonra portresi babam tarafından bizzat Altın Sahne’ye taşındı. Yuantai’nin on dokuzuncu ve yirminci yıllarında, babam ve amcam turnalarla Batı’ya uçtu, dolayısıyla onların portrelerini Qilin Salonuna bizzat ben teslim ettim.

O zamanlar, Majesteleri Su Prensi amcamın portresini Salon’a taşımak istemişti, lakin ne yazık ki…” Başını salladı. “Sistemin gerekçelerine göre, ölen yetkilinin yakın akrabası ancak bunu yapabilirdi. Su Prensi kendini ona adamıştı, fakat nihayetinde durumu yanlıştı.

Fu adlı bu kimse on sekizinde askere alındı ve beş yıldan biraz fazla bir vakittir Kuzey Yan Demir Süvarileri Komutanıydı. Başardığım şey hususunda yalan söylemeye cesaret edemezdim ve dünyanın geri kalanına mahcup olacak hiçbir şeyim yok. Kaderin dönek olması çok yazık ve korkarım ki bir daha birliklere önderlik etmem benim için zor olacak. Askeri kariyerim… bununla birlikte son buluyor.”

Şarap kasesini kaldırıp, bir çınlamayla Yan Xiaohan’ınkine çarpıştırdı.

“O yıl ben ayrılmadan önce, bir dilekte bulunarak, benim ömrüm boyunca senden nefret etmemi ümit ettin. Şimdiyse, o dilek zaten işe yaramaz — senden nefret etmiyorum, Kardeş Yan. Bir sonraki dilekte bulunma sırası bende olmalı.”

Yan Xiaohan’ın gözleri indirilmişti, onu nazikçe izlerken. Sanki, Fu Shen bir kelam ettiği müddetçe, derhal ayağa kalkıp yıldızları ve ayı onun için koparmaya gidecekmiş gibi görünüyordu.

Fu Shen onu mest olmuş bir ilgiyle seyretti, kelimeleri telaşsız ve kasvetliydi. “Dilerim ki, vefatımdan sonra, benim de Qilin Salonu’nda bırakacağım bir portrem olur. O zaman geldiğinde ise, onu bizzat sen Altın Sahne’ye taşırsın.”

Yalnızca yakın akraba.

Epey bir süre sessizlik hüküm sürdü. Yan Xiaohan bu konuda bir yorum yapmayacaktı, sadece şöyle dedi: “Bu sevinçli bir gün. Böyle uğursuz kelamlar için bir neden yok.”

“Herkes ölür. Bu hakikaten bir tabu değil.” Görünüşe bakılırsa, Fu Shen cevabından en az miktarda gerilmemişti ama gözleri keskin ve ciddiydi. “En yüksek ve en parlak olan güneş ve aydır, ve en yakın lakin en uzak olan karı ve kocadır. Bana bu sözü verirsen, bundan böyle benim yegane yakın akrabam olacaksın.”

Dünya meseleleri geçiciydi, ve Tabiat Ana insanlıkla oynadı. Gökyüzü ve yeryüzü kadar farklı olan iki insan, en sonunda ilerledikleri yolun çatalının sonuna gelmiş, aynı dönüm doktasına ulaşmışlardı. 

Bu dilek, yaşlı ve gri olana değin birlikte yaşayacaklarını söylemeye adeta denkti; Yan Xiaohan nasıl onu reddedebilirdi?

Fu Shen’in elinden bardağı almış, bir yana koymuş ve ellerini birbirine kenetlemişti. 

“Sıradaki ibadet bir çift arasındadır.”

İkisi de ağırbaşlı bir edayla eğildiler. Son derece yakın olmalarının neticesi ile, başları neredeyse diğerinin başının tepesine sürtünüyordu, lakin elleri bir kez bile olsa, katiyen ayrılmıyordu.

Esrarengiz bir biçimde, sanki bilinmeyen bir tür bağlantı oluşmuş gibi, yüreğin en derin yerinde kilit vurularak boyun eğdirilmişten farksız, ani bir çıtırtı sesi çıkaran bir şey gibi görünüyordu.

Üçüncü ibadet töreni tamamlanmıştı.

------------

Bölümün sonu.

Oy verip yorum yapmayı unutmayın.

¹Bunlar günümüzde ki dinlenme tesislerinin eski hali. Yaklaşık olarak on li aralıklarla bulunurlar, atlar için yiyecek ve bu türde şeyleri sağlarlar.

²Yan 燕, Zhou döneminin周 (MÖ 11. yüzyıl-221) büyük bölgesel devletlerinden biriydi.

³Gu Wei, Yan Kralı Zhao’nun danışmanıydı. Kral için sadece bir arkadaş veya tebaa değil onun için bir öğretmendi.

⁴Altın Teras yahut Yan olarak da bilinen, Altın Sahne görüldüğü üzere gerçek bir yerdi. Gerçi şimdi tamamen yok edildi.

⁵“Yanmen Valisi”nden bir mısra Li He’nın Yürüyüşler’i. Yeşim Ejderha ile neye referans yapıldığı belli değil, bazı kaynaklar bunun efsanevi bir kılıcın adı olduğu yönünde. İşte kılıcın fotosu.

⁶Turnalar uzun ömürlü olmanın sembolüdür ve batıya göç ettiklerinde bu uzun ömürden yoksun olmanın, dolayısıyla ölümün sembolüdür.

Bu bölüm hakkında diyeceğim yegane şey: “Ben yatmaya gidiyorum üstüm açılırsa toprak atarsınız.”

∼⊛∽


Yorumlar