Bölüm 19: Mağara

Keyifli okumalar diliyorum. 

--------------

Akan suyun sesi, durmaksızın yavaşça geliyordu, etraftaki alan nemli ve soğuktu, her yeri acıtıyordu. Fu Shen başını döndürerek uyandı; gözlerini açıp, zemine kusmadan önce etrafına net bir şekilde bakabilmeyi başaramadı. 

Biri onu omuzundan desteklemeye geldi, ağzının kenarına suyla dolu bir yaprağı uzatıyordu. “Durula.”

Görüşüne dalga dalga karanlık çarptı, görüntüler şahsın görüntüsüyle üst üste geliyor, çakışıyordu. Uzuvları sanki az önce sökülmüş gibi hissettiriyor, hareket etmek için en küçük bir çabayı bile zorlayıcı hale getiriyordu ve sadece birkaç yudum su içmek için başını çevirdikten sonra, bunun hangi arkadaşı olduğunun farkına varırken yavaş, düzenli bir nefes aldı. 

“Efendi Yan,” dedi bitkin bir şekilde. “İkimiz az önce kadere meydan mı okuduk, yoksa…”

[Ç\N: Ölmedin ölmedin. :D]

Beklenenin aksine Yan Xiaohan yanıt vermedi ve sadece ona baktı. Damlacıklar bu ışıl ışıl simayı süslüyordu, uğursuz kana susamışlığı silinmişti, bilinmeyen nedenlerden dolayı yüzünde biraz güçsüz bir ifade vardı.

Fu Shen, bu kehribara benzeyen gözlere bakmaktan omurgasındaki tüylerin diken diken olduğunu hissetti. Alelacele elini kaldırdı ve diğerinin yüzünün önünde salladı. “Neyin var senin? Kendinde misin?”

Yan Xiaohan nazikçe elini aşağı itti. “Özür dilerim. Talihsizliğime seni de bulaştırdım…”

Bu beklenmedik yumuşaklıktan aldığı korku neredeyse Fu Shen’in yerinden sıçraması için yeterliydi ve çılgınca el hareketleri yapmaya başladı. “Hayır hayır hayır! Buna gerek yok! Ben iyiyim! Kendini suçlamana gerek yok!”

“Etrafta sallanma.” Yan Xiaohan bıkkın bir halde bir kez daha diğer elini aşağı itti. “Sırtında bir yara var. İhtiyatlı ol.”

Fu Shen, gözlerini kırpmadan öldüren bu büyük canavarın ansızın hassas küçük bir beyaz tavşana dönüşmesinden dolayı, aslında kimin kafasını çarptığından kuşku duymaya başlayarak korku içinde baktı.

İkisi yaban domuzu tarafından uçurumdan aşağı atılmıştı ve şüphesiz ölecekleri kanısındaydılar, ancak onların haberi olmadan Cennetlerin başka planları vardı –aslında uçurumun dibinde derin bir gölet vardı.Fu Shen kafasının dikine bir şekilde daldı, ve muazzam miktarda su basıncı bayılmasına sebep oldu. Yan Xiaohan göletin kenarına çarptığı ve görünüşe göre bir kaburgasını kırdığından ama çok şükür ki şuurunu kaybetmediğinden daha şanslıydı. Fu Shen’i suyun çekiminden dışarı sürükledi, yakınlarda kuru bir mağara buldu ve geçici olarak onu oraya yerleştirdi.

Yan Xiaohan, onun geçici olarak bayılmasından yararlanıp, büyük bir ateş yakmak için Fu Shen’in yakasından aldığı yağlı kağıt demetini kullanarak, yakacak kuru odun toplamaya gitti. İkisinin bu gece vadiden ayrılamayacakları tahmininde bulundu ve biraz daha yakılacak odun hazırlamak istedi, lakin aksi gibi hava işbirliği yapmak istemedi. Dışarıda gökyüzünün bulutlu hale gelmesi ve yağmurun atıştırması çok uzun sürmedi. 

Fu Shen sırtına dokunarak, domuzun üzerinde kemiğe kadar derin bir yara açtığını keşfetti. Yara basit bir şekilde tedavi edilmiş ve üzeri kumaş parçalarıyla sarılmıştı. Çift kat kuru dış kıyafet giyiyordu, iç kıyafetleri ateş tarafından ısınmanın ortasındaydı. Yan Xiaohan’ın üzerinde yalnızca eteklerinin bir parçası olmayan astarsız, sırılsıklam bir cübbe vardı, belinde geniş bir kan lekesi vardı.

“Üşümüyor musun?” Fu Shen oturur pozisyona gelirken kendini destekledi, Yan Xiaohan’ın cübbesini çekiştirdi ve onu yatıştırması için bir bakış attı. “Giydiğin şeye bir bak. Yeterli odun yok ve gece gerçekten soğuk olacak.”

Bir duraksamadan sonra başka bir şey ekledi. “Sadece küçük önemsiz bir sıyrık. Endişelenmeye gerek yok.”

Fu Shen onun bir kemiğinin kırıldığını bilmiyordu. Üzerinde başka bir iz görmediğinden böyle olduğuna inandı ve taş duvara geri yaslandı. “Şu anda muhtemelen yürüyemem, bu yüzden geceyi burada geçirmem gerekecek. Gücün varsa, yağmur dindiği zaman yola çıkabilirsin. Dağ geçidi boyunca düz bir hatta git ve sabaha kadar çıkmış olursun.”

Yan Xiaohan ateşi karıştırmak için bir dal kullanırken başını kaldırmadı. “Seni buradan çıkaracağım. Korkma.”

Fu Shen bir kahkaha patlattı. “Korkmuyorum. Değerli Taş Dağı Fu ailesinin mülkü, neyden korkacağım? Kesinlikle yarın birisi beni kurtarmaya gelecek ve benim seninle gitmem sadece bir yük olur. Kendi başına daha hızlı kurtulabileceksin.”

“Bu bir yük olmaz.” Yan Xiaohan sözlerini değiştirerek başını salladı. “Burada kalmak ve sana eşlik etmek istiyorum. Bu iyi mi?”

“Um?” Fu Shen garip bir ses çıkarıp ona hayretle baktı. “Ah, sen bilirsin… kalabilirsin…”

Diğer adam hiçbir şey söylemedi.

Fu Shen güçlü bir meraklılıkla kaba bir maymundu, ve yaralıyken bile yerinde duramıyordu. Artık dayanamayana kadar kendini uzun bir süre tuttu ve en sonunda temkinli bir soru dile getirdi. “O halde, Efendi Yan, burada ne iş… ehem, hangi sebepten ötürü geride kalmakta ısrar ediyorsun?”

Yan Xiaohan sorusunun mantıklı olmadığını düşündü ve ona şaşkın bir bakış attı.

“B-b-ben şey diyordum–” Fu Shen kekelerken kızardı, aynı anda kafasının içinden aciz kekemeleri yüzünden kendini eleştirdi. “Düşündüm ki… benden pek hoşlanıyor gibi görünmüyorsun?”

Yan Xiaohan hareket etmeyi bıraktı, arkasını döndü ve ona baktı. “Bana ‘Efendim’ diye hitap etmene gerek yok.”

“Ha?”

“Senden sadece iki yaş büyüğüm ve henüz bir nezaket ismi almadım. Eğer mahsuru yoksa, Genç Efendi Fu, bana Kardeş diyebilirsin.”

Fu Shen afallamıştı. “Henüz reşit değil misin? Sadece on sekiz misin? On sekiz yaşındakiler Uçan Ejderha Muhafızına girebiliyor mu?”

Bu küçük şey hakkında büyük bir yaygara çıkardığı için kınanamazdı. Yan Xiaohan dürüstçe yaşına göre çok olgundu, bir gencin pervasızlığına en ufak miktarda sahip değildi ve bir yetkili olarak pozisyonu hiç de düşük değildi. Tek bir kişi bile onun sadece on sekiz yaşında olduğunu tahmin edemezdi.

Fu Shen’in şaşkına dönmüş ifadesi çok komikti, o genişlemiş gözleri bilhassa çocuksu görünüyordu. Yan Xiaohan bir gülümsemeye dönüşen dudaklarını gizlemek için başını eğdi. “Gerçekten daha töreni yapmadım. Muhafıza gelince, üvey babam bunun için yeterli değil mi?”

Fu Shen onun biraz küstah olduğunu fark etti. “Fazla düşünme, Kardeş Yan,” dedi utanarak, “niyetim bu değil. Maharetlerinle, İmparatorluk yahut Uçan Ejderha Muhafızı olması fark etmez – muhtemelen daha düşük seviyede olacağın hiç kimse yoktur.”

“Ve senden hoşlanmama niyetinde de değilim,” Yan Xiaohan ateşe odun eklerken yavaş yavaş konuştu. “Beni iki kez kurtardın. Seni hiç aldırmadan bir kenara atmayacağım.”

Fu Shen az kalsın, “Siz Uçan Ejderha Muhafızları bu kadar zarif misiniz?” boktan sorusunu soracaktı, ama kendini tuttu. “Çok teşekkürler,” dedi sessizce.

“Sana teşekkür eden kişi ben olmalıyım.”

Yağmur giderek daha da şiddetleniyordu, yoğun sis zaman zaman mağaranın içine dökülen soğuk rüzgarla birlikte dağın boşluklarını dolduruyordu. Fu Shen çok fazla kan kaybetmişti ve vücut sıcaklığı düşüktü, soğuktan dudakları soluklaşmıştı. Hiçbir şey söylemedi, ama Yan Xiaohan görebiliyordu – onu ateşin yanına kaydırdı, ardından kendisi onu esintiden korumak için dış tarafa oturdu.

Fu Shen yüreğinde büyük bir sıcaklık hissetti. Fu’ların ilk en genç nesliydi; aile öğretmeni çocukluğundan beri ona ağabeylerine nasıl sevgi ve küçüklerine nasıl saygı göstermesini¹ öğretmişti, ve arkadaşlarıyla etkileşimi aynı yaş grubundaki bu kişiler arasında sadece takılıp şakalaşmaydı, bu yüzden onu koruyan bir ağabeye sahip olma hissini hiçbir zaman gerçek anlamda deneyimlememişti. Bu tatsız durumda, Yan Xiaohan bir yabancıydı, ancak bu pozisyona mükemmel bir şekilde uyuyordu.

Söylentiler ve önyargılar bir kenara bırakıldığında, Fu Shen’e karşı müsamahakar ve olgun bir ağabey gibi olan tutumuyla ağır başlı, mantıklı ve düşünceli biriydi. 

[Ç.N: Efendim yanlış rotadayız geri dönmemiz lazım.]

Artık ne “son derece gaddar” terimine uyan Mahkemenin ayak işlerini yapan köpeğini, ne de sokaklardaki kelamların onun bir hadımı koruyucu babası olarak kabul etmeye istekli, görgüsüz bir yağcı olduğunu söylemesi gibi herhangi bir şeyi tasavvur edemiyordu.

Fu Tingxin ona daima bir kişiye baktığı zaman, onun iç dünyasına karşı koyduğu cepheyi göz önünde tutması ve kulaktan dolma hiçbir şeye güvenmemesi gerektiğini öğretmişti. Fu Shen, Yan Xiaohan’ın yan profiline bir göz atıverdi, diğerinin gözleri indirilmişti ve kaşları çatılmıştı, kendi kendine düşündü: Bir aşağılanmaya kılıcını çeken İmparatorluk Muhafızı ve beni yağmur ile rüzgardan koruyan genç adam arasından, hangisi senin gerçek ‘benliğin’?

“Kardeş Yan,” Fu Shen konuştu, “ıslak kıyafetlerini çıkar, sana dış cübbemi vereceğim.” 

“Gerek yok,” diye cevap geldi.

“Biraz daha yakına otur, öyleyse.”

Yan Xiaohan, onun başının üstünü okşamak gibi bir şeyi isteyerek ona baktı. “Üşümüyorum.”

“Bir çocuğu kandırmaya çalışırmış gibi bana bu boş lafları verme.” Konuşur konuşmaz sırtındaki yara gerildi, berbat acı suratını buruşturdu. “Ya rüzgardan soğuk alırsan? O zaman nasıl sana bu şekilde bakmam gerekecek? Sonuçta birbirimize dikkat etmemiz gerekiyor.”

Konuşmaktan dilinde tüy bitmesine rağmen, adam mağaranın girişinde, bir tepe kadar hareketsizdi.

“Seni buraya sürüklememi mi bekliyorsun?” Dedi Fu Shen zayıf bir şekilde.

Yan Xiaohan’ın figürü tamamen mağaranın gölgeleri içinde örtülmüş gibi görünüyordu, ateş ve sıcaklık ondan çok uzakta kalıyordu. Nihayet konuşana dek, çok uzun bir süre suskun kaldı. “Durumumun ne olduğunu biliyorsun, Fu Shen.”

“Ha?”

“Sen ve ben bulutlar ve çamur kadar farklıyız. Kendini zorlamak zorunda değilsin, ve konu bana geldiği zaman terbiye takınmayı göz önünde bulundurmana gerek yok.”

Fu Shen anlamlarını idrak etmeden önce bu sözleri birkaç defa zihninde döndürdü; görünen o ki hala küçümsenmekten korkuyordu. “Söylediklerimin tek bir kelimesiyle, seni küçümsemiyordum – beni o Xie Qianfan puştuyla aynı kefeye koyma!” Bunu nasıl ele alacağını gerçekten bilemeyerek, birden köpürdü. “Senden nefret etseydim, tekrar tekrar sana “Kardeş Yan” demeye devam eder miydim? Hiçliğin ortasındaki bu dağda yalnızca ikimiz kaldık, kim burada herhangi bir şeyi kafaya takar? Bela aramaya çıkacak kadar çok mu sıkılırdım?!”

Dişlerinin arasından soğuk bir tıslama çekerek sırtının üstüne geri düştü. “Pes ediyorum, sahiden hayret bir şeysin… benden iki yaş mı büyüksün yoksa sadece iki yaşında mısın, Kardeş Yan?”

Yan Xiaohan gözlerini dikti ona, ifadesi keyfisizdi ancak aynı zamanda etkilenmişti.

Fu Shen, ne arkasından fena bir şekilde konuşulmanın nasıl bir his olduğunu, ne de yüce gönüllülüğünün insanların çoğunun gözünde yabancı olduğunu biliyordu. Yan Xiaohan tekrarlanan kişisel yardımların kesinlikle bir sınırı olduğuna inanıyordu, lakin bu delikanlının yüreğinin sandığından daha da büyük olmasını beklemiyordu.

“Yaram acıyor,” dedi Fu Shen aniden. “Taş üzerine oldukça sert bastırıyor.”

[Ç\N: Oy kıyamam sana :( ]

Ağzından çıkan adeta nazlı ve mantıksız talep, Yan Xiaohan’ın kulaklarına düştüğünde, hemencecik sonsuz bir mantıksallık kazanıyor gibiydi. En sonunda uzlaşmaya vardı ve mağaranın ağzından gelip Fu Shen’in yanına oturdu. “Benden ne yapmamı istiyorsun?”

Fu Shen hemen kendini onun uyluğuna yasladı. “Senden biraz faydalanmama izin ver,” dedi belli belirsiz. “Her halükarda senden nefret etmiyorum, ve eğer sen benden nefret ediyorsan sadece buna katlanman gerekecek.”

“Serseri.” Yan Xiaohan güldü biraz daha rahat bir şekilde uzanabilmek için bacaklarını uzatarak.

Fu Shen gözlerini yumdu ve ona emirler verdi. “Üzerine bir cübbe ört ve üzerindeyken beni de ört. Soğuk alma.”

Yan Xiaohan mırıldandı, ateşle kuruyan kıyafetleri aldı ve bir tanesiyle onun üzerini örttü, sonra kendi nemli kıyafetlerini çıkardı ve çıplak vücuduna bir cübbe yerleştirdi. 

“Yağmurun ne zaman dineceğini bilemiyorum,” diye konuştu düşük bir sesle. “Gece biraz tetikte ol. Ters bir şeyler hissedersen, çabuk ol ve koş.”

Fu Shen’in karşılığı büyük bir esnemeydi.

Uykulu olduğunu görünce, Yan Xiaohan daha fazla konuşmadı. Bir oturma ve bir yatma ile, ikisi de dinlenerek gözlerini kapattı, sükunet içinde gündoğumunu beklediler.

Ateş gece yarısında sönmüştü ve sağanak şimdiye kadar hala dinmemişti. Fu Shen’in sırtındaki yarası beklenen iltihaplanma ve şişmeyle kabarmıştı, gece süresince düşük bir şekilde ateşlenmişti ve dişleri ürpermeden takırdıyordu. 

Yan Xiaohan durumun umut verici olmaktan uzağa döndüğünü fark etti ve daha da kötüye gitmesine müsaade edemezdi. Kalkmasına yardım etmek için elini Fu Shen’in başının arkasına koydu, ona doğru yaslanmasını sağladı. “Gel, kucağıma otur… bacaklarını yukarı kıvır.”

Fu Shen sersemlemiş bir haldeydi, olan bitene izin veriyordu ve fazlaca uysal davranıyordu. Yan Xiaohan, yarı kurumuş iç kıyafetlerini giydi ve kendi vücut ısısını kullanarak onu ısıtırken iki cübbeyi sıkıca Fu Shen’in üzerine sarmış, onu kollarının arasına almıştı. 

Bir el Fu Sheni belinden, diğeri de omzundan tuttu, düşmesini engellemek için sırtını koruyordu. Fu Shen ona belinden sarılmak için uzandı, yüzünü omzunun çukuruna yasladı ve kendine rahat bir pozisyon bulduğunda nihayet hareket etmeyi bıraktı. 

“Üşüyor musun?”

“Hayır. Ama ben acıktım.”

“……”

“Ne yiyecek var ne de su, sadece soğuk ve açlık. Bizi bu duruma soktuğun için bütün suçu sana atıyorum.”

“Mn. Beni suçla.”

“Bir firariyi yakalaman bu sefer kesinlikle çok iyi geçti! Onu yakalayamadın, ve bir yaban domuzu tarafından fırlatıldın… geri döndüğün zaman cezalandırılacak mısın?”

“Hayır.”

“Neden?”

“Üvey babam yüzünden, kimse beni cezalandırmaya cesaret edemez.”

“Sen şöylesin, ve üvey baban da böyle – neden her zaman onu gündeme getiriyorsun?” Fu Shen homurdandı. “Peki ya öz baban?”

Yan Xiaohan aniden suskunluğa büründü.

Uzun bir sürenin ardından, yegane sözlerini sessiz bir şekilde söyledi. “Benim babam yok.”

----------

Bölümün sonu.


Oy verip yorum yapmayı unutmayın.


Çevirmen: BlackBerry


¹Bizdeki büyüklere saygı küçüklere sevgi, bunlarda tersine dönüyor anlaşılan.





Yorumlar